Tiyatroda Bir Ermeni Uluçınar: Hagop Ayvaz

Standard

O doğduğunda bırakın cumhuriyetin kuruluşunu, henüz Gavrilo Princip, Arşidük Franz Ferdinand’ı vurmamıştı bile. Ayaklı ansiklopedilerimizdendi o da.

 

95’ini gün yüzüyle, sağlıklı olarak gören Baron Ayvaz, uzun hayatına iki dünya savaşı, üç darbe, varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları, bir cumhuriyetin kuruluşu, 50 senelik bir mecmua ömrü, dört yıl askerlik, Lutzika Dudu, bolca tiyatro, onca insan, birçok ödül, sonsuz sevgi, saygı ve hatırı sayılır, hayran olunası ancak bir o kadar da ağır bir hikaye sığdırmış. Aile, torun, tosun da cabası. Son demlerinde hayatına kattığı Agos’ta ise hâlâ yaşayan, daha doğrusu yaşatılan bir çınar.

Tiyatro sahnelerinde en yoğun yaprak dökümünün yaşandığı 2006’da kaybettik Hagop Ayvaz’ı da. Tıpkı Mümtaz Sevinç, Mehmet Akan, Baykal Saran, Mübeccel Vardar, Ayşen Tekin, Mediha Köroğlu, Tunç Yalman, Necdet Yakın, Meral Taytuğlu, Tuncer Necmioğlu ve diğerleri gibi.

“Hagop Ayvaz Türk Tiyatrosu için unutulmayacak bir markaydı. Türk tiyatro tarihinin ulu çınarıydı.” (Üstün Akmen – Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Türkiye Merkezi Başkanı)

Hagop Ayvaz, 1911’de İstanbul’un Yenikapı semtinde doğdu. Daha sekiz yaşındayken babasını kaybetti. İlkokul eğitimini Topkapı Levon Vartuhyan okulunda aldı, daha sonra Esayan okulunda devam ettirdi. Ortaokulu bitirdikten sonra Beyazıt’taki Çatal Han’da ayakkabı imalatı yapan üvey babasının yanında çıraklık yaptı. Bu handa sayacılık yapan Harutyun Samurkaş’ın aracılığıyla tiyatrocu Krikor Hagopyan’ın “Arevelyan Taderakhump”u (Doğu Tiyatrosu) ile tanıştı ve 1929’da figüran olarak “Değirmencinin Kızı” operetinde sahneye çıktı.

Daha sonra Boğos Karakaş’ın tiyatro grubuna katıldı. 1935’te askere gidene dek, çeşitli kumpanyalarla yazın Büyükdere’deki Hafız Ahmed’in bahçesinde, Talimhane’deki Altın Tepe bahçesinde, Yenişehir Kuşdili Tiyatrosu’nda, Üsküdar Beyleroğlu bahçesinde, kışları ise Beyoğlu Ses Tiyatrosu, Şehzadebaşı Millet Tiyatrosu, Pangaltı İnci Tiyatrosu gibi kapalı salonlarda sahne aldı.

1935’te Ara Aginyan vasıtasıyla Jamanak gazetesiyle tanıştı ve tiyatro eleştirileri kaleme almaya başladı. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren, 1946’ya dek Ermenice oyunlar yasaklanmış olduğu için bu oyunlar Türkçe sahneleniyordu. Arşaluys Balayan’la tanıştı ve 1937 yılında evlendi, Ayvaz iki çocuk ve dört torun sahibi oldu. 1950 yılında Esayan Okulundan Yetişenler Derneği’nin sahnesinde birçok tiyatro oyunu sergiledi.

Aynı tarihten itibaren İstanbul Ermeni basınında etkin bir rol oynamaya başladı ve hayatının son gününe kadar bu misyonunu başarıyla sürdürdü. 1946’da Ermenice tiyatro yasağı kalkınca Kulis Sanat Dergisi’ni kurdu ve bu dergi 50 yıl boyunca aralıksız olarak yayımlandı. Emekliliğinden sonra ise Agos’un Türkçe ve Ermenice sayfalarında, “Hatırladıklarım”, “Sahne Arkadaşlarım”, “Lutsika Dudu” başlıklarıyla yazılar kaleme aldı.

1997’de Türkiye Yazarlar Birliği, Hagop Ayvaz’a “Basın Hizmet” madalyası verdi. Ayvaz aynı zamanda Şişli Mezarlığı’nda bulunan aydınların mezarlarının restorasyon çalışmalarına da katkıda bulundu. 2004’te ise “Tiyatro Tiyatro Dergisi” tarafından düzenlenen “Tiyatro Ödülleri 2004” töreninde teşekkür plaketi aldı. 2005 Ekim’inde “Tiyatro Eleştirmenler Birliği” Ayvaz’a onur ödülü verdi.

Haldun Taner’den Neyyire Neyir’e kadar birçok tiyatrocunun mezarlarının bakımını üstlenip, sık sık ziyaret etti. Emekliliğinin ardından Agos gazetesinde yazılar yazmaya başladı. Sanatçı Türk tiyatrosuna büyük ölçekli katkılarda bulunmuştur.

Lutzika Dudu
Kulis dergisinde “Lutzika Dudu” karakteriyle imzalanmış mizahi makaleler daha sonra Aras Yayınları’nın çabalarıyla yayımlandı. 2003 yılının haziran ayında bu makaleler kitap halinde ikinci kez yayımlandı. Günlük İstanbul Ermenicesi, farklı kelime hazinesi, vurguları, ekleri ve deyişleriyle Ermenice’nin farklı bir ağzını temsil eder. Ederdi… Zira günümüzde İstanbul sokaklarında Ermenice sesler çınlamıyor artık. Hagop Ayvaz, Kulis’inde, bu özgün dili Lutsika Dudu’nun ağzından yaşatmaya çalışmıştır. Bu kitap, gülmek isteyen okurun bu ihtiyacını mutlak surette tatmin edeceği gibi, İstanbul Ermenilerinin günlük konuşmasını ve yaşam tarzını incelemek isteyen filolog ve sosyologlara da bir kaynak olarak hizmet edecektir. (*)

Karin Karakaşlı’nın deyişiyle “güngörmüş bir Ermeni kadını İstanbul’u ve cemaatini anlatıyor bizlere. Hem de öyle bir hararetle anlatıyor ki susturabilene aşk olsun.” (…)

“Kuşkusuz Lutsika Dudu’nun en önemli özelliği Türkçe harmanlı özel Ermenicesi, şimdilerde pek çok şey gibi yoklara karışmış o bir dönemlerin orta sınıf İstanbul Ermenice lehçesi değil. Onu daha da vazgeçilmez kılan o tatlı dille anlattığı birbirinden çarpıcı, cemaatin gündelik yaşam hikâyeleri. Her biri gerçek bir karamizah harikası olan bu hikayeler cemaatin toplumsal yaşamındaki çarpıklıkları, aksaklıkları, kaypaklıkları olanca çıplaklığıyla ortaya koyuyor. İlk kez 1968’de boy gösteren Lutsika Dudu’nun öyküleri, aradan geçen yıllara meydan okurcasına her dem taze. Hal böyle olunca sevmeyeni de bol Lutsika Dudu’nun ama ne gam. Lutsika Dudu’da öyle sevene sevmeyene aldıracak göz yok, o yalnızca kendi doğrularının peşi sıra gidiyor yıllardır, tıpkı yaratıcısı gibi.”

Karin Karakaşlı’nın kaleminden Baron Ayvaz
“Her cuma sabahı Agos’a uğrar Baron Ayvaz. Gazetelerini alırken mutlaka eski haftaya dair söyleyecekleri olur herkese. Ben de onun temiz ilgisinden, değerli eleştirilerinden nasiplenirim. Onu bu denli üretken ve yaşama bağlı gördükçe hepimiz taze şevkle oturur çalışırız. En azından Baron Ayvaz okuyacaktır, biliriz. Bekleyecektir Agos’un yeni sayısını.

Tutkuyla bağlanır Baron Ayvaz sevdiği şeylere. Tiyatro, Kulis, Lutsika Dudu, Agos koca gönlünde bu sevdadan payını alan birkaç şanslı dünyadır yalnızca. Hiç unutmam bir bayram günü gazetede kimseleri bulamayınca başımıza bir şey mi geldi diye endişelenişini. Şıpsevdilerin de ondan öğrenecek çok şey bulunur. Ne de olsa sevgilerini birbiri üstüne inşa eden, onları çoğaltan bir ustadır Baron Ayvaz. Gazetemizde yazıları yayınlandığında “Fotoğrafların altına Kulis arşivinden yazmayı ihmal etmeyin. Bari derginin ismi böylece yaşasın…” deyişi bundandır.

O Kulis’e verilen 50 yıllık ömrü, bir dergiyi yaşatma inadını en yakından Lutsika Dudu bilir. Lutsika Dudu, Ayvaz’ın kişisel yaşamına da tanıklık eder. Kulis’e uğradığı bir gün Ayvaz’ın tornunun doğum müjdesini alır, bir başka günse eşini muayeneye getirdiği Surp Pırgiç’in bahçesinde ustanın Kulis’in aboneliği için ağız eğdirenlerden duyduğu sıkıntıya ortak olur. Dinlediğiyle kalmaz o gerçekleri herkesin yüzüne çarpıverir. Kimilerinin yanakları kızarır.

Lutsika Dudu’nun gerçekliği, söylediklerinin bugün de geçerli oluşunda gizli. Eleştirileri nasıl da zamanımız için söylenmiş. Yazık, demek fazla bir şey öğrenmeden geçirmişiz aradaki uzun yılları. Lutsika Dudu söylediğiyle, söylendiğiyle kalmış. Ne de olsa Ermenice’nin sınırlarını zorlayan süslü sıfatlarla dolu methiyeler ve çıkarların çatıştığı noktalarda rastlanan iğneli sokuşturmalar ve üstü kapalı göndermeler dışında dürüst, yapıcı eleştirilere, çağdaş sorgulamalara hala çoğu insanın aklı ve gönlü açık değil. Ama zaman, kimilerinin yaşamı sınırlar içinde dondurma ve tekelleştirme ısrarına aldırış etmiyor. Bu kaçınılmaz gerçeği en iyi Lutsika Dudu bilir.

Lutsika Dudu’nun dillendirdiği bizim yakın tarihimiz. O nedenle hayatında hiç Lutsika Dudular görememiş olan yeni kuşaklar için bu derleme kitap gerçek bir armağan niteliğinde. Yüreğinde heyecanlı bir delikanlı saklı Hagop Ayvazlara da, onun güzelim kaleminden hayat bulan sivridilli, “Doğrucu Davut” Lutsika Dudulara da her zamankinden daha da çok ihtiyacımız var.”

Tiyatro ve Kulis
Cağaloğlu Yokuşu’nda Kulis Matbaası diye bir matbaa açmış. Türkiye’de en uzun süre çıkan tiyatro dergisini çıkaran Agop Ayvaz’ın ağzından, yüreğinden dinleyelim Kulis’ini:

“Ben tiyatrolara giren çıkan adamım. Muhsin Ertuğrul ile ahbap oldum. Hele mecmuayı çıkardıktan sonra büsbütün ahbap oldum. Bir hatırası var, hiç unutmam. Geçenlerde sahneye çıktığım zaman onu söyledim. Bir gün ‘Ayvaz’ dedi, ‘Ben de mecmua çıkaracağım’ ve başladı ‘Perde ve Sahne’ isimli bir mecmua çıkarmaya. Ama 2 sene sürdü sürmedi stop etti. Benim mecmuanın 40. yılını kutlayacağız. Gittim ‘Hocam’ dedim ‘Benim gazetemin 40. yılı. Bir gece yapıyoruz. Mecmuaya yazı vermek ister misin?’

‘Elbette’ dedi. Bana bir yazı verdi. Diyor ki yazısında,

‘Ayvaz’ın yaptığı bir buluştur. Nasıl idare ediyor, nasıl çıkıyor içinden? 40 sene yaşatmış, yaşatıyor da. Ben heves ettim’ diyor. ‘Karımla beraber’ diyor ‘Mecmuayı çıkardık. 2 sene ancak dayanabildik. En nihayet kapattık. Borçlarını kapatmak için Üsküdar’da babamdan kalan tahta bina evi satmak zorunda kaldım.’

Onu ben nasıl yaşattım? Evvela İstanbul’daki birçok aileler aboneydi. ama Yalnız İstanbul’da kalsaydım yaşatamazdım. Muhsin’in mecmuası gibi olurdu.

Ben o mecmuayı satmak için evvela bütün şarkı dolaştım. Halep, Beyrut, İran, Yunanistan. Oralardan abone buldum. Onlar destek oldu. Öyle yaşattık. Ellinci seneye kadar. Bu sefer ne oldu? O varlıktan marlıktan bilmem neden, sonra bir zamanlar da askeri darbeler yapıldı. Birçok Hıristiyan, Yahudi, Ermeni aileler ondan birçoğu korktu kaçtı. Benim de abonelerim gitti. Böylelikle stop etmek mecburiyetinde kaldım.

50. senenin sonuna kadar kimseye de borçlu kalmadım. Hepsine de borcumu da ödemişim. Sonra onu kapattım. O bana bir derttir daima. Ama mecburdum. çünkü dışardaki paraları toplamak da zorlaştı. Yiyenler oldu parayı tabi. Helal olsun dedik. Agos’a reklam verdim, satıyorum. Çünkü paraya ihtiyacım var. Sağ olsun Bağ-Kur’um var. Oradan para veriyor hükümetimiz ama o para ile bugün için geçinemezsin. Bugün beyaz peyniri 4 liraya alıyorsun, yarın gidiyorsun 5’tir diyor.

Kulis, iki defa yasaklandı. Müdür-i Umum’a çağrıldım. Gittim. Çıktığım katta 3 savcı oturuyor. Bir tanesi ‘Buyrun’ dedi. Gittim ayakta durdum. Oturabilir miyim dedim. Hayhay dedi. Oturdum. Ermenistan’da oynanan bir oyundan sonra köylülerin oyun elbiseleriyle çektikleri resimlerini göndermişler, biz de koymuşuz. Bunu sordular. Ben de açıkladım. Sonra muhabbet etmeye başladık. Son sayfada 8 punto ile sanat haberleri koyuyorduk dünyanın her yerinden. Ermenistan’dan da haber gelmişti. Koymasanız bunu dediler. Öyle arzu ediyorsanız olmaz, dedim. Bir süre koymadık. Sonra yine yavaş yavaş koyduk. Haberdir. Bu kadar sene birçok şeyle karşılaştım.

Kıymetli adamlarla tanıştım. Benim branşımda, tiyatroda Muhsin Ertuğrul gibi, Talip Ercan gibi, Hüseyin Cemal gibi insanlarla tanıştım ki bunlar bugün gelmez artık. Hele Muhsin Bey gibisi, imkanı yok gelmez. Bunlar tiyatro için doğmuşlar. Muhsin Bey’i ilk gençlik senelerinden bilirim. Çünkü Şehzadebaşı’nda Ferah Tiyatrosu’nda başladı tiyatroya. Rusya’ya, Amerika’ya gitti geldi. Öğrendiklerini burada tatbik etti ve Türk tiyatrosunu ileri götürdü.

Şimdi de fena değil, ama o zamanki gibi değil. Ben 28 yaşındaydım sahneye çıktığım zaman. Muhsin Bey sayesinde gördük. Çünkü her sene Ekim dedi mi, tiyatronun perdesi açılır ve muhakkak ki bir Shakespeare’nin bir oyunu olurdu. Bunları verirdi adamcağız. Şimdi o kudretli adam da yok. Hamlet’i kim oynayacak?”

Varlık Vergisi
Salkım Hanım’ın Taneleri televizyonlarda gösterilmeye başlandığında, Varlık Vergisi’ni yaşamışlardan biri olarak anılarına danışmışlardı da oradan öğrenmiştik Albay Cemal Aydıner’in 500 lira hikayesini:

“O tarihte Sultanhamam’da kumaş mağazasında tezgahtarlık yapıyordum. Varlık Vergisi çıktığı zaman, mağazada 3 patron vardı. Üçü de Müslüman’dı. Benden ve Rum muhasebeciden 500’er lira vergi istediler. Maaşım 75 liraydı, 2 çocuğum vardı. Aşkale’ye gitmekten korkmuyordum. Çünkü gençtim, çalışırdım. Ama çoluk çocuk ne yiyeceklerdi? Bu sorular beynimi kemiriyordu. 1935’te Afyon’da askerliğimi yaptığım, bugüne dek rahmetle andığım Hüsnü Cemal Aydıner isminde albayım vardı. Oğlum dünyaya geldiği zaman bize gelmişlerdi. Hanımdan öğrenmiş albayım içinde bulunduğum durumu. Eşime, ‘Agop’a söyle Çakmakçılar’daki falanca dükkana gelsin’ demiş. Gittim. Bana bir zarf uzattı. 500 lira vardı zarfın içinde. ‘Alamam albayım’ dedim. Israr etti. Zarfı aldım. Albayın verdiği parayı hemen Maliye şubesine götürdüm. 500 lirayı uzattım; memur bana, ’10 lira daha ödeyeceksiniz’ dedi. Neden? dediğimde de ‘1 gün geç getirdiniz’ dedi. Yanımda para vardı, onu da ödedim. Ama 15 gün geçmeden 500 lira gibi paralara af geldi. Ödeyenler ödedikleriyle kaldı. Borcumu ise, eşimin bileziklerini satıp ödedim.”

Peki biz Hagop Ayvaz’ı gerçekte ne zaman kaybettik? (**)
Tiyatro ve yayıncılıkla geçen uzun bir hayat sona erdi. 5 Ekim 2006 tarihinde toprağa verilen Ayvaz, tiyatro sahnesi biçiminde tasarlanmış mezarına kavuştu. Artık sonsuza dek sahnede olacak. Işığı bol olsun. Varbed Hagop’u kaybettik.

Biz aslında Hagop Ayvaz’ı daha doğmadan önce kaybettik. Tiyatro tarihi ile çok az ilgilenmiş biri bile Türkiye’de modern anlamda tiyatronun Ermeniler tarafından kurulduğunu, ilk kumpanyaların kurucularının ve kadrolarının Ermenilerden oluştuğunu, ilk Batılı klasiklerin Ermeniler tarafından çevrilip sahnelendiğini bilir.

Modern “Türk” tiyatrosunun kurucusu kabul edilen Muhsin Ertuğrul’un tiyatroyu asıl olarak Ermeni sanatçılardan öğrendiği kendisinin de ifade ettiği bir gerçektir. Bütün bu gerçekler bütün sanat tarihçilerimiz tarafından dile getirilir. Ama bütün bu tarihçilerimizin bir türlü dile getirmediği bir gerçek daha vardır. Bunca Ermeni sanatçı, bunca birikim, bunca kumpanya nereye gitmiştir?

Nedense kimse bundan bahsetmez. Sanki on beş yirmi yıl içerisinde bu insanlar, bu kültür uzaylılar tarafından kaçırılmış, Türkçe’yi mükemmel konuşan birkaç oyuncu dışında hepsi profesyonel sahne hayatından silinip gitmişlerdir. Yüzyıl başındaki milliyetçilik akımının sözcüleri Ermeni tiyatrocuları sahne üzerinde görmekten hoşnut değillerdi. Zira, onlara göre, Türkçe’yi kendilerine özgü bir aksanla konuşan bu insanlar sahneye yakışmıyor, kullandıkları dil seyircinin karakterle empati kurmasını engelleyen bir öğe olarak ortaya çıkıyordu.

Bu elbette bir bahaneydi. İki nedenle: Birincisi o dönemin seyircisi için bu aksanlı dil hiç de yabancı oldukları bir şey değildi; gündelik hayatta çokça karşılaştıkları bir şeydi; ikincisi hangimiz Münir Özkul’un Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’nda Thomas Fasulyeciyan rolünde Ermeni aksanıyla attığı o muhteşem tiratla empati kurmayız, bu tirat karşısında hangimizin gözleri dolmaz. Sonuçta Türk entelijensiyasının kusursuz Türkçe saplantısı Ermeni oyuncularından sahnelerden silinmesinde önemli bir rol oynamış ve Hagop Ayvaz’ı daha doğmadan kaybetmemize neden olmuştu.

Kuşkusuz Hagop Ayvaz’ı ikinci kez 1915 tehciri sırasında yaşanan Ermeni katliamında kaybettik. Yüzyıllardır bu toprakların kültürel zenginliğine en önemli katkıyı yapmış bir halkı düşman olarak görmeye başladığımızda kaybettik. Bu katliamı henüz dört yaşında olan bir çocuğun zihnine nakşettiğimizde kaybettik. Her ne kadar tehcirden etkilenen asıl kesim Anadolu’da yaşayan Ermeniler olsa da, artık bu topraklarda -İstanbul da dahil- Ermeni olmak başlı başına meseleydi.

Henüz dört yaşında olan bu çocuk artık soydaşlarının katlediliş hikayeleriyle büyüyecek, hayat boyu bu travmanın yarattığı “ürkeklikle” yaşamaya zorlanacaktı. Henüz dört yaşında olan bu çocuk dilini kamusal alanda rahatça konuşamayacağı, kendi dilinde özgürce tiyatro yapamayacağı bir ortamda büyüyecekti.

Çocukluktan tiyatroya sevdalanan ve ilk kez 18 yaşında Şark Tiyatrosu’nda sahneye çıkan Hagop Ayvaz’ı kendi dilinde, Ermenice tiyatro yapmak yasaklanınca kaybettik. İttihat ve Terakki yıllarında ve cumhuriyetin ilk döneminde profesyonel sahnelerde Ermenice’yi duymak mümkün değildi. Hagop Ayvaz yıllarca “yabancı dilde” tiyatro yapmak zorunda kaldıktan sonra, İkinci Dünya Savaşı sonrası “demokratikleşme” ortamında Ermenice tiyatro yapma yasağının kalkmasıyla anadilinde tiyatro yapmaya dönebildi. 1946’da İsmet İnönü’ye “neden Ermenice tiyatro yapamıyoruz?” sorusu sorulduğunda, İnönü “böyle bir yasaktan haberi olmadığını -nasıl oluyorsa- isteyenin Ermenice tiyatro yapabileceğini” söylüyor. İsmet Paşa’nın bir anda “özgürlük havarisi” rolüne bürünebilmesinin nedeni savaş sonrası dönemin “demokratik” rüzgarları olduğu kadar, sayıları milyonlarla ifade edilen bir halkın nüfusunun artık on binlerle ifade edilen rakamlara inmiş olmasıdır. Ne de olsa varlık vergisi sayesinde nüfus olarak azalmış olan gayrimüslimlerin ekonomik olarak da zayıflatılması operasyonu başarıyla tamamlanmıştır.

Elbette Hagop Ayvaz’ı Varlık Vergisi’yle de kaybettik. Aylığı 75 lira olan Hagop Ayvaz’dan 500 lira vergi istediğimizde kaybettik. Vergisini ödeyemeyenlerin Aşkale’ye sürgüne gönderildiği, buradaki çalışma kamplarında insanlık dışı koşullarda çalıştırıldığı Varlık Vergisi yılları, gayrimüslimler için hem kalan son ekonomik güçlerinin ellerinden alınması, hem de devlet tarafından “üvey evlat” olarak görüldüklerinin bir kez daha yüzlerine vurulması yıllarıydı. Neyse ki halkımız -en azından bazıları- devletimiz kadar acımasız değildi ve askerlik döneminde komutanı olan bir albay Ayvaz’a 500 lira borç vererek onu son anda Aşkale’ye gitmekten kurtarmıştı.

Askerlik demişken: Hagop Ayvaz’ı dört kez askere aldığımızda da kaybettik. Vatandaşlık haklarından minimum düzeyde faydalanabilen Ermeniler, vatandaşlık “sorumluluklarını” tam anlamıyla yerine getirmek zorundaydılar. Hayatının belki de en verimli yıllarında bir tiyatrocuyu dört kez askere alarak onu kaybettik.

Hagop Ayvaz’ı babasından kalan Üsküdar’daki evini satmaya mecbur bıraktığımızda kaybettik. 1946 yılında çıkarmaya başladığı Kulis dergisini yaşatabilmek için Hagop Ayvaz evini satmak zorunda kaldı. Ama Ayvaz yılmadı; kendi deyimiyle “bütün Şark’ı dolaştı”; Halep, Beyrut, İran, Yunanistan’dan dergisine aboneler buldu. Bunu yapmak zorundaydı zira Ermeni nüfus giderek tükenmeye başlamıştı. Türkiye ile sınırlı kalmak Kulis’in de sonu olacaktı.

Hagop Ayvaz’ı 6-7 Eylül olaylarıyla kaybettik. Ülkenin tarihine kara bir leke olarak düşen olaylar asıl olarak Rumları hedef alsa da Ermeniler de linç kalabalığının hışmından nasiplerini almışlardı. Azınlıkları azaltma politikası sürüyordu ve azınlık vakıfları, okulları üzerinde yürütülen politikalar hep azınlıkların genişlememesi, gelişmemesi içindi. Bu yıllarda sadece insanlar gitmedi, binalar da bitti, Ermeni okulları ve kiliselerinin çoğu yıkıldı, spor tesisi, cami, devlet binası oldu, halk arasında dağıtıldı. Hiçbir şeyin izi kalmadı. Bu iz silme operasyonu sonrasında Ermenilerin de nüfusu artık iyice azalmıştı. Kulis’in okuyucusu azalmış, Ermenilerin tiyatro faaliyeti artık tamamen cemaat içi bir etkinliğe dönüş(türül)müştü.

Hagop Ayvaz’ı demokratik hayatın köküne kibrit suyu eken ve toplumun gericileştirilmesine hizmet eden darbelerle kaybettik. Darbeler dönemi sonrası Hagop Ayvaz ve Kulis için abonelerin azalması demekti: “Sonra bir zamanlar da askeri darbeler yapıldı. Birçok Hıristiyan, Yahudi, Ermeni aileler ondan korktu kaçtı. Benim de abonelerim gitti. Böylelikle stop etmek mecburiyetinde kaldım.”

Evet. Biz Hagop Ayvaz’ı, Hagop Ayvaz’ları kaybettik.

Hem de defalarca.

Ama Hagop Ayvaz kaybolmadı. O elli yıl boyunca çıkardığı Kulis dergisiyle, yarattığı “Lutzika Dudu” karakteriyle, gazete yazılarıyla var olmaya devam ediyor. Kimliğini, dilini, kişiliğini kaybetmeden onurlu bir yaşam sürmenin simgesi olarak var olmaya devam ediyor.

 

(29.08.2009 tarihinde Bianet’de yayınlanmıştır)


Kaynaklar:

(*) Aras Yayıncılık – Lutzika Dudu (2003)

(**) Cüneyt Yalaz – HAGOP AYVAZ’I NE ZAMAN KAYBETTİK? (www.bgst.org)

Karin Karakaşlı – Yılların İkilisi: Lutsika Dudu ve Baron Ayvaz (AGOS 20.04.2001)

Ferid Demirel – Evrensel Arşivi (2005)

Bülent Günal – Sabah Arşivi (2001)

 

Leave a comment