Eğitim Şart – 2

Standard

İlk yazıda ne kadar güzel bir tablo boyamıştık değil mi İsviçre’deki okullarla ilgili? Şimdi de madalyonun öteki yüzünü çevireceğiz hep beraber… Hani herşey güllük gülistanlık ya, hani (belki de) dünyanın en medeni memleketinde en medeni, en fikri hür, vicdanı hür, en otonom ve olgun insancıklar yetiştiriliyor ya, herşey şahane ya okullarda, hani hepimizin minik minik Heidi’ler olup İsviçre’de okula gidesi geldi ya, işte şimdi size itiraf ediyorum, ilk yazı aslında bildiğimiz cehennemin reklamıydı. Şimdi gelelim zurnanın zırt dediği deliğe, doğrudan, kıvırmadan…

Aslında, her alanda olduğu gibi eğitim sisteminin de mükemmeliyetini bozan (İsviçre’den bahsediyorum elbette) işin içine giren insan faktörü. Tuhaf olan, insanoğlunun kurduğu bu şahane sistemi yine insanoğlunun bozması. Yani, süper işleyen sistemi bir faşonun, bir bencilin, bir eziğin içine girer girmez dağıtması. Dolayısıyla, bu yazımda değineceğim sorunlar sistemin değil, tamamıyla kişilerin yarattıkları. Okumaya zorsunanlar için çok kısa ve net bir cümleyle özetliyorum: öteki her yerde öteki kalır.

Evet, şartlar harika, materyeller mükemmel, herşey şahaneden de güzel. Resmen okula gidip o miniminnacık sandalyelerde oturup elişi yapası, lego oynayası geliyor insanın. Hele de siyah önlüklü bir kara öğrencilik anıları silsilesiyle büyüyen bizlerin… Herşey çok güzel, başta da yerine cuk oturmuş sistem olmak üzere. Ama işin içine, hatta mükemmel bir düzende bile olsa, insan faktörü girdiği anda neler olabileceğini kestirebilmek mümkün değil. İlgisiz bir insanın eline düşmüş dünyanın en güzel bahçesi mi, çok iyi bir bahçevanın eline düşmüş çorak bir toprak parçası mı? Düşünüp duralım hangisinin yerine neyi koyalım diye şimdi kara kara…

Dedik ya, 4 yaşından itibaren, insan evladı anaokuluna baslayabiliyor. Bizim yerli üretim insan evladı da 5 yaşına 4 ay kala başladı anaokuluna. İlk ay, eve 300 metre mesafedeki anaokuluna götür getir yaptık. Sonra, Eylül ortası bir sabah uyandı ve “Ben bugünden itibaren artık okula yalnız gideceğim“ diyiverdi. E madem demiş bulundu, hemen uygulamaya da geçti ve yaptı. Bir Perşembe günü gayet büyümüş bir şekilde tek başına okula yürüdü. Boğazımda bir düğüm, kalakaldım öyle kapıda bir süre donakalmış vaziyette. Aklımı başıma devşirince hemen öğretmenini aradım gittiğinden emin olmak için. Hani gururunu kırmak, güvenmediğimi hissettirmek de istemiyorum, peşine düşsem ve hissederse kırılacak dökülecek, ama içim de olmuyor. Telefon çalıp çalıp açılmayınca, o gün kütüphane günleri olduğu için herhalde dışarıda toplandılar, yürüyorlar diye düşünüp, zaten okula gitmemiş olsa haber gelirdi fikrinin rahatlığıyla işime koyuldum. Üzerinden yarım saat geçmişti ki kapı çaldı ve benim insan artığı elinde birsürü mektupla kapıda dikildi. Meğerse o gün tüm ilköğretim eğitmenlerinin toplantısı olduğundan okul kapalıymış. Bu cüce de posta kutusundaki mektupları alıp gelivermiş gerisin geri. Eve gönderilen haber bültenlerini okumamanın cezasıydı bu cehalet. Neyse ki kazasız belasız atlatmışız farkında olmadan da bir de posta kutusunda birikmiş mektuplarımıza kavuştuk…

Eğitmen çok önemli denir, ne kadar doğru… Burada, anaokulundan itibaren rutin kontroller dışında pedagojik kontroller de yapılıyor. Okul yönetimine bağlı bir pedagog, haftanın bir günü anaokulunu ziyaret edip her hafta birkaç çocukla çalışıyor ve çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimini de gözlemleyerek her çocuğa bir dosya oluşturuyor. Sene sonuna doğru da veli, öğretmen, pedagog ve bir psikologla birlikte bir değerlendirme toplantısı oluyor. Bizim anaokul birinci sınıf sonunda yaşadıklarımız da işte bu toplantı ile başladı.

Otonom kişilikler yetiştirmeye odaklanmış eğitim sistemine çomak sokmamak adına, çocuğun etini de kemiğini de öğretmenine emanet ettik velisi olarak biz. Sonra bir toplantı talebi geldi. Aylarca okula gidip gelen çocuk bize okulla alakalı hiçbirşey anlatmadı. Ne yaptınız bugün sorularını sürekli geçiştirdi. Biz de, nasılsa okulda yapılan yapılıyordur, aksi bir durum olsaydı kesin ararlardı rahatlığıyla çocuğu okula emanet etmiş bulunduk. Neyse, bu toplantıda üç büyükbaş, tek başına savaşmaya alışkın kişilik olan anneyi karşılarına oturtup en şirin halleriyle çocuğumun yetersizliklerini sıralamaya başladılar. Her anne için çocuğu iyidir, yeterlidir, hatta kimisine sorarsanız kesin üstün zekalıdır. Biz sıradan ölümlüler olarak, çocuğumuzun sıradan zekaya sahip, ruhen sakin, her çocuk kadar bedenen yaramaz, genetik olarak doğal bulduğumuz bir sonuç olarak da sayılarla ve teknolojik her aletle arası gayet iyi (anne ve baba bilgi işlemci olunca kaçınılmaz sonuç) bir evlat olduğu kanaatindeyiz ki bu fikirde de ısrarcıyız. Çok şükür ki sayılar konusundaki parlaklığı pedagog ve öğretmeninin de dikkatini çekmiş. Bunun dışındaki herşeye bir kulp takarak, insanı kendinden ve evladından şüphe duyar hale getirmeyi başardılar şuursuz profesyoneller. Efendim, 5 yaşındaki bir çocuk, tek ayağı üstünde en az 5 kez zıplayabilirmiş. Oğlumuz sol ayağı üstünde dengede durabiliyorken, sağ ayağı konusunda zayıfmış. Sosyal olarak diğer çocuklarla birarada olamıyormuş, sosyal ilişkilerde zorlanıyormuş. Göz teması kuramıyormuş. Sürekli yalnız başına oynuyormuş. Grup faaliyetlerinde hırçınlık yapıyormuş, korkunç(!) bir bencillik sahibiymiş. Hareketleri çok ağırmış, duyma sorunu varmış, içine çok kapanıkmış, ifadesinden ve tepkilerinden ruh halini ve düşüncelerini anlamak mümkün değilmiş, aşırı sakarmış, içe kapanık ve kendi dünyasından dışarı çıkamıyormuş… Aklımda kalanlar bunlar ki sanırım pedagojiyle az biraz alakalı okurlar bu belirtilerden çok net bir sonuca ulaşabilirler. Evet, biz de aynı günün akşamında Asperger Sendromlu bir çocuğumuz olduğuna inanıverdik bu kadar ısrar karşısında!!!

Bir yere kadar anlatılanların doğruluk payı vardı elbette. Biz de son günlerde başgösteren göz teması kurmama, halk arasındaki deyişle gözlerini kaçırma yeniliğinin farkındaydık ama her çocuğun yaşayabileceği dönemsel, geçici bir tepki olduğunu düşünüp üstünde durmadık. Hani her çocuğun dönem dönem yaşadığı bazı değişikliklerden biri sandık (ki netice itibarıyle gerçekten de öyleymiş, kısa bir süre sonra geçti bitti) ve hiç dikkatimizi dağıtmasına, bizi paranoyalara sevketmesine müsaade etmedik. Çünkü bize kafayı yedirtecek bir eğitim şükelası kişilikle muhataptık: pedagog… Pedagoga gelmeden, aslında bize bu çok verimli(!) toplantıda ilk söylenenleri yazmak da ipucu verebilir, hatta bana yaptırttığı gibi ipin ucunu kaybettirebilir. Pedagog ve öğretmenle beraber görüşmede bulunan psikolog, benim kafadan, tüm açıkyürekliliğimle söylediğim (hay demez olaydım) “bizim ürettiklerimiz azcık azılı” lafımı, “bizim çocuklarımız çok şımarık” anlamış olmalı ki “evet, çocuklara biraz “paşa” muamelesi gösteriyorsunuz, sizin kültürünüzde var bu değil mi? ” sorusuyla karşılayınca, bende dakika bir gol bir bir tepki gelişti. Aslen yapmak istediğim ağzının ortayerine en kuvvetlisinden bir tekme atmaktı ama kibarlığı elden bırakmadım. “Yok hayır karıştırıyor olmalısınız kültürleri siz, bizde ipler sıkı tutulur; deve üzerinde yolculuk etmeyiz, fesimiz de yok” cevabıyla psikolog amcayı susturdum. Pedagog için aynı şeyi diyemeyeceğim maalesef…

Neyse, asperger konusundaki endişelerimiz, daha doğrusu endişelerim birkaç uykusuz geceye, sayısız doktor/pedagog/psikolog görüşmesine maloldu.

İlk tanığımız, kısa bir süredir tanıştığımız, güler yüzüne, insanlığına, 3 çocuk babası olmasına ve yaşına çok güvendiğimiz çocuk doktorumuz. Bu söylenenleri, vebali söyleyenlere havale ederek aldık, doktorumuza gittik. Ben yarı ağlamaklı, çok asabi bir biçimde tespitleri anlattım: kulağı sağır, tek ayak üstünde duramıyor/zıplayamıyor, göz teması kuramıyor, asosyal, yaşının gerektirdiklerini yapmaktan aciz vs vs vs. Sonra da doktora açık açık “bunlar beni sanırım delirtmek istiyor” dedim, o beni anladı. Aslında o beni, hiçbir İsviçreli’nin anlamadığı kadar iyi ve çabuk anlamıştı. Daha ilk gittiğimiz gün, çocukların dil gelişiminin tespiti için evde ne dil konuştuğumuzu sorduğunda konuşma şu şekilde gelişmişti:

-Anadiliniz ne?

-Benim ermenice, eşim (sonradan olma) İsviçreli, yerel dilde konuşuyor çocuklarla, babaanne türkçe konuşuyor, çocuklar üçüne de nisbeten hakim.

-Türk müsünüz?

-Hayır,Ermeni. Ama Türkiye’de doğdum, büyüdüm.

-Ermenistan’dan değilsiniz yani?

-Hayır.

-Şimdi de burada İsviçre’desiniz Türkiye’li Ermeni olarak…

-Evet 8 yıldır…

-Zor olmalı…

-…

Neyse efendim, bir İsviçreli’den beklenmeyecek bu anlayış, doktorluğuna da güvenle birleşince tam dozunda bir doktor-hasta ilişkisi kurulmasına yardımcı oldu. Doktor benim daha demeden ne demek istediğimi anlar haldeydi. Gerekli tüm testleri yaptı, gelişimini zaten gözlemlediği için yaptıklarından çok emindi. Çocuğumun gayet normal gelişme gösteren, sayılar, şekillerle çok alakalı gayet kıvamında bir velet olduğuna beni rahatlıkla ve güler yüzle inandırdı, ki isviçreli doktorlarda çok sık rastlanan bir hakimiyet değildir bu. En son içimi rahatlatmak için işitme testini de yapınca, hala gülen yüzüyle endişelerimin gereksiz olduğunu vurgulayıp, istersem okul yönetimiyle de kendisinin irtibata geçebileceğini söyledi. İki hafta kadar süren o yoğun sancılı dönemi de doktorumuz sayesinde atlatmış olduk böylece garip bir hüzünlü sevinçle. Tek sorunun lisan olabileceğini, bunun da almanca kurslara devam etmesi durumunda rahatlıkla aşılacak geçici bir sorun olduğunu da söyleyince benim okul ahalisine ne şekilde saydırdığımı beni biraz tanımış olanlar tahmin edebilecektir. Birkaç gün sonra, sinirim azıcık yatıştığında aldım öğretmeni karşıma, açık açık sordum ikna olmuşlar mı çocuğumun normal olduğuna diye. Beni ismini vermeden, lügattaki tüm belirtilerini saymak suretiyle çocuğumun asperger olduğuna inandırmak isteyen sanki o değilmiş gibi pişkin pişkin “evet evet, bir sorun yok, doktor da aradı, tek sorun dil” diyiverdi. İşte tam da o an, ağzının ortasına tekme atmak istediklerimin sayısı iki, hatta üç oldu… Ondan sonra birkaç ay daha güllük gülistanlık devam etti ilişkimiz. Taa ki…

Bu arada bir parantez. Mükemmel eğitim sisteminde, öğrencileri her eğitim yılı başı tek tek inceleyen bir logoped, her çocuğun ailesine önce yazılı bilgi geçer, bir süre sonra da telefonla veya yüz yüze iletişim kurup öğrencinin olan/olmayan sorunları hakkında fikir alışverişi yapar velilerle. Anaokulu ilk sınıftayken bizim cüce, logopedden bir yazı geldi. Çocuğun logopedik bir sorunu olmadığını, ancak lisanla ilgili eksiklik gördüğünü, fakat henüz yaşı çok küçük olduğundan ekstra lisan kursuna gerek olmadığını, ilk sene sonuna kadar beklenmesi gerektiğini, ikinci sene başında kayda değer bir gelişme görülemediği taktirde dil kursuna devam edebileceğini anlattı uzun uzun. Buraya kadar herşey gayet mantıklı. İkinci senenin başında, maalesef okul yönetimi yeni bir logopedle çalışmaya başlamıştı ve doktorunun da vurguladığı lisan sorununu hemen farkedip, yine okulun sağladığı almanca kursuna başlaması gerektiğini söyledi öğrencinin. Buraya kadar da herşey allright. İşlerin karmaşıklaşmaya başlaması, logopedle yaptığım telefon görüşmesiyle başladı. En büyük sorun, bir önceki yıl teşhiste bulunan logopedin değişmiş olmasıydı çünkü yine yeni yeniden aileyi, kökenleri araştırmaya, kısacası amerikayı yeniden keşfetmeye başlamıştı. Bu kadar mükemmel bir sistemde, bu çocuklara bir önceki yıl konan tanı ve teşhisler niçin not edilmemişti, çalışan değişiminde niçin herşeye sıfırdan başlanması gerekiyordu anlayamıyordum ve hala da anlayabilmiş değilim. Dil sorununda mutabık kaldığım sevgili yeni logoped, beni, telaffuz sorunu olmayan, ilk kelimelerinden itibaren hiç de telaffuz sorunu yaşamamış çocuğumun sessiz harflerde zorlandığına ikna etmeye çabaladı beni. Tabii bu sefer antremanlıyım ya, asperger’den yırttık, logopedle haşır neşir hiç olamam diyerek bu saldırıdan korundum. Kadıncağızı en son şu tiradla savdım başımdan: “bakın bağyan, çocuğumun anadili ermenice. alfabemiz 38 harf. aynı sessiz harften vurgusuna göre iki tane olabiliyor. Ve oğlum bu ince ayarda bile zorlanmıyorken, kalkıp bana lütfen bu çocuğun iki sessiz harfi yanyana söyleyemediği iddiasıyla gelmeyin. Başka bir sorun var mı? ” Bu, logopedle yaptığım ilk ve son konuşma oldu.

Oğulcuğum, ikinci sınıfta 3 arkadaşıyla birlikte çok tatlı bir almanca öğretmeniyle haftada 1 gün 1 saat çalışarak sene ortasına doğru gayet akıcı bir almancayla yırtmış oldu. Bu arada, yine okul yönetiminin atadığı yılların almanca öğretmeni, çok başarılı bir şekilde öğrencilere düzgün almancayı öğretirken arada da İsviçre diyalektinin inceliklerini, farklı olduğunu, ısrarla vurgulayarak anlatıyordu. Derslere başlamadan, öğretmen aileyi, çocuğun yaşadığı ortamı incelemek için evimizi ziyaret etti, yine aynı tarihsel dil gelişimini konuştuk ve ilk intibasında yanılmadığımı sonraki ziyaretlerde de alenen anladım. Oğlan hala haftada 2 kez 45er dakikalık almanca derslerine devam ediyor.

Parantezi kapıyoruz ve taa ki’mize geri dönüyoruz. İkinci anaokul senesinde artık ilk yıldan edindiğimiz tecrübeyle tıkır tıkır yürüttük herşeyi. E bu kadar da tıkır tıkır olamaz, olamamalı da… “Yurdum” insanına has tırmalattırma özelliğinden ötürü, koskoca bir sene tırmalamadan geçmez tabii ki.

Efendim, kışa doğru, bir sonraki öğretim yılında ilkokula başlayacak öğrencilerin durum değerlendirmesi için bir toplantı yapıldı. Bu sefer gardımı alıp gittim, baktım tek başıma görünce saldırıya geçiyorlar, yanıma bizim “Bey”i de alıp gittim. Bunun kokusunu almış olmalı ki, geçen sene her “öteki”ni aynı sanan psikolog hazretleri yoklardı. Çok şükür… Pedagog, artık bizi iyi tanıyan öğretmen ve biz ebeveynler olarak oturduk miniminnacıkların sandalyelerine başladık konuşmaya. Yine başladık aynı savaşa. Efendim, oğlan yönleri, konumları bilemiyormuş, acaba almancadan mı, anadilinde sağ, sol, alt, üst, yan, arka taraflarını biliyor muymuş. Cevabı basitti ama bilmem anladılar mı. En sevdiği oyun “yol makineciliği” olanö yani kendini navigasyon aleti sanan insan artığının, yönleri değil, almancayı bilmediği daha mantıklıdır. Parmaklarının isimlerini bilmiyormuş. Daha iki gün önce almanca dersinde öğretmeni parmakların isimlerini öğretmiş, hatta belletmek amacıyla yuzuk parmağına ispirtolu kalemle bir de yüzük çizmişti. Hani bilmezsek yiyeceğiz resmen! Bunu da açıkladım sakin sakin, hatta parmak isimlerini 3 yaşından beri “anadilinde” gayet güzel saydığını, almanca öğretmenin benim görevim olmadığını, bu yüzden eğitim öğretim kurumlarının olduğunu açık açık söyledim. Sıra finale gelmişti, Son sahnede, selamdan önce çok kocaman bir atak bekliyordum kendilerinden. Yanılmamışım: sürprizin en şahanesini en sona saklamışlar. Efendim, ilkokul, anaokulunda başlayan disiplini daha da sıkı bir biçimde aşılayan kurumdur. Daha ilk günden, oyunla da olsa dersler, ödevler ve gayet sıkı bir okul düzenine geçilir. Okul saatleri kesindir. Gecikme olmamalıdır. Gayet dakiktirler. Ve sınıflar kalabalık (en ay 20şer öğrenci) olduğundan öğretmenin her çocukla özel ilgilenmesi çok zordur. Yani, ilkokul 1’den itibaren çocuklar yarış atı kıvamında bir konumdadırlar. Özellikle sınıfta oyuna yer yoktur, ya yapar, ya geri kalır. Oğlumuz da, ikinci anasınıfında gösterdiği kayda değer gelişmeye rağmen hala yarı zamanlı bir “bulutların üstünde yaşama” alışkanlığında olduğundan, bu şekilde ilkokula başlaması onun gelecekteki başarısını engelleyebilirmiş.

Eee n’olcak şimdi?

N’apıcaz örtmenim?

Çözüm basit… Özellikle hafiften bulutlar üzerinde bir hayatı seçen, çok sık hastalanan, gelişme, konsantrasyon, sosyalleşme, lisan, motor beceri, mantık, adaptasyon sorunu yaşayan/yaşayabilecek olan, veya bu sorunlardan en az birini yaşamaya meyilli öğrencilerin işini kolayaştırmak için özel sınıflar varmış ilkokullarda. Bu sınıflara almancada Einschulungsklasse denir ki bizim anlayacağımız şekilde, birnevi hazırlık sınıfı sayılabilir. Hazırlık sınıfından farkı ise, aslında bilinen ilkokul 1. sınıf müfredatının 2 seneye yayılmış olarak okutulmasıdır. Dolayısıyla bu sınıfın öğrencileri, 1 yıl yerine, rahat rahat 2 yılda aynı müfredatı sindire sindire bitirip, ikinci sınıfı “normal” sınıfta okuyabilecekler. 6sı 1. EK, kalan 6sı da 2. EK öğrencisi olmak üzere bu sınıfta en fazla 12 öğrenci yer alabilir. Dersler büyük ölçüde birlikte yapılır, belirli saatlerde iki sınıf ayrı ders görerek kendi gelişmelerini sürdürürler. 12 öğrenciye iki EK öğretmeni eşlik eder. Kısacası, müfredat, öğretilecekler, ders saatleri, kullanılan kitap ve materyeller “normal” 1. sınıfınkilerle aynı, sadece eğitim süresi 2 senedir ve daha az kalabalık sınıflardan oluşur EK’larımız. Böyle anlatınca çok mantıklı gelen bu seçim, zaten buzağını, bırakın öküzün altını, devenin altında arayan bünyeye azıcık çok gelmiş olmalı ki doğrudan hayır cevabını yapıştırdım. Bu ani çıkışın asıl sebebi, bildiğim birkaç EK öğrencisinin aslında gelişmeden öte, öğrenme sorunu olmasıydı. Yani, aklıma hiç yatmayan şey, öğrenme yetisinde herhangi bir sorun olmayan bir çocukla, bildiğimiz “zor öğrenen” bir çocuğu aynı sınıfta iki yıl tutarak, öğrenme sorunu olmayan çocuğu oldukça yavaşlatmanın ve hatta belki de köreltmenin sağlayacağı faydadan çok vereceği zarar. Aynı şekilde, mesela bizimki gibi sayıları hatmetmiş bir çocuğun, daha rakamları tanımayan bir başkasıyla ne kadar sıkılacağı konusu. Bu konuları, daha ilerki bir toplantıda (çocuğumun, yapamadığını iddia ettikleri şeyleri bana ispatlamaları için pedagogun katıldığı bir saati ziyaret ettim) tekrar konuşunca da şu iki nokta içime biraz su serpti. İlki, öğrenme zorluğu yaşayan çocukların yeri EK değilmiş, onlar daha başka bir eğitime tabi tutuluyormuş. Beni endişelendiren “iyi” olduğu alanlarda yavaş ilerlemenin oğlumda yaratacağı sıkıntı konusunu da şöyle açıkladılar. Mesela, matematikte çocuk zaten konuya hakimse ve bu aşikarsa, öğretmen zaten bire bir ilgilendiği öğrencinin bu sıkıntısını farkederek ona, mesela, arkadaşları onun bildiği konuları tekrarlar/öğrenirken, ilgileneceği başka bir uğraş verebiliyormuş veya oyun oynamasına izin verebiliyormuş. Hatta bu şekilde, EK öğrencisi “normal” ikinci sınıfa başladığında, zaten kuvvetli olan branşta daha da güçlendiği için, “normal” birinci sınıfa gitme durumunda diğer branşlarda arkadaşlarına yetişmek için sarfedeceği çabayı da EK’da hazmederek sarfettiğinden, “normal” ikinci sınıf öğrencilerinden de iyi olacaktı.

Bundan sonra yapılacaklar lafta basitti. Ocak ayı sonuna kadar bir karar verilmesi gerekiyordu ve bu karar bana ait olacaktı. Bu dar dönemde mahalleliye danıştım, gidenlere sordum, okulu ziyaret ettim ve aldığım cevaplar, tepkiler hep olumlu oldu. Sadece internet üzerindeki forumlar bile yeterliydi aslında. Sonra salim kafayla düşünmeye başlayınca bunun o kadar da kötü bir fikir olmadığını farkettim. Yani mesela oğlanın “ayda yaşıyor” olduğu zaman zaman doğruydu. Aydan yeryüzüne tamamen inmesi biraz vakit alacaktı. Aslında babası kadar vakte ihtiyaç duyacaksa 45inde bile bu sureç tamamlanmayacaktı ama yine de bir nebze aşşağıya inmesi bile yetecekti. Kaldı ki lisan, her ne kadar çabuk öğreniyorsa da anadil olmadığı için genel bir sorundu. Zaten okula erken başladığı için yıl kaybından da bahsedilemezdi. Bir de daha ilerisini düşününce, 15inde yapması gereken meslek seçimini EK’da “kaybedeceği” 1 yıl sayesinde 16sında yapması da kayıptan öte kazanç olacaktı bizce. Tüm bu bilgiler doğrultusunda üçüncü bir toplantıda oğlanın EK sınıfına devam etmesi için gerekli evrağı imzaladım. O ana kadar içimi rahatlatmak için kırk takla atan pedagog bana kendisinin de aynı okulda EK sınıfı öğrencisi olduğunu anlatmaya başladı. Son cümlesi de, “Kimbilir, belki EK sınıfında okumasaydım burada bu konumda olamayacaktım” oldu…

Aslında bu sonuca bakınca insanın “Ya hu nankör kadın, adamlar senin çocuğun için en mantıklı seçimi yapmış, herşey tıkır tıkır işliyor zorun ne ki senin?” diye çemkirebilir de ve görünüşte haklı bile olabilirler. Ama tüm bu yaşananlar, isim değişince değişecek. Yani bu saçma sapan yıpratıcı olaylar, sözkonusu çocuğun adı Ueli Wagner olunca yaşanmayacaktı, adım gibi eminim buna. Çünkü bu durumda, Ueli’nin ailesi ya müthiş bir umursamazlıkla olanlara aldırmayacaktı, veya aldırdığı taktirde, onlara bu kabusu yaşatan kişilere hayatı öyle bir zindan edecekti ki, yapanlar, yaptıklarına yapacaklarına bin pişman olacaklardı, daha doğrusu yapmamış olacaklardı.

Yurdum eğitimcisi prototip çocuk ve vatandaş yetiştirmeye o kadar alışkın ki, çizginin azıcık dışına çıkan “öteki”lere gram tahammülleri yok ve bunu hissettikleri andan itibaren, “öteki” çocuğu da sıradanlaştırmak için korkunç bir çaba içine giriyorlar. Bunun hem çocuğu nasıl köreltip aileyi ne kadar yıpratacağını bilmeden, anlayamadan ve buna aldırmadan.

Gelelim bir başka yaşanmışlığa. Bu sefer sözkonusu çocuk yaşça biraz daha küçük bir tatlı cadı. Konu 2,5 yaşından itibaren başlıyor. 4 yaşını tamamlamış çocukların anaokuluna başlama kanununa dayanarak ve oyun grubuna ortalama devam süresinin iki yıl olduğunu düşünürsek, müstakbel bir öğrencinin, okulöncesi eğitim olan oyun grubuna başlama yaşı da iki olmalıdır değil mi? Tabii ki bu çocuktan çocuğa farklılık gösteren bir süreçtir ama denemeden bilemeyiz tabiatıyla. Bu şartlar altında, büyük kuzuya yaptığımız gibi, küçük kuzuyu da 3 yaşını doldurmasına 5 ay kala yakınımızdaki oyun grubuna yazdırdık. Küçük kuzunun o yaşta henüz bezi vardı ve konuşmaya başlamamıştı. Üç dilde de söylenen herşeyi anlamasına rağmen kendini ifade edemiyordu, hatta mama-baba kelimelerine bile başlamamıştı. Yine de faydalı olacağı düşüncesiyle haftanın iki günü oyun grubuna götürmeye karar verdik. Oyun grubunun ilk günü gittik, sayısız oyuncak ve şahane bir oyun ortamı tabii ki her çocuk gibi bizim sıpayı da cezbetti. Öğretmeniyle tanışma faslı bittiğinde kendisi hakkında ilk intibada yanılmadığımı ispatlayacak kelimeleri sarfetti: “ama daha çok küçük”… Bu çıkışın manasını bilen ben direnmekte kararlıydım. Abisinin de aynı yaşta başladığını ve bundan çok memnun olduğunu anlattım uzun uzun. Peki, deneyelim dendi. Ben cep telefonumu verip, kuzuyla helalleşip çıktım binadan dışarı. Gerisin geri eve gittim ve okulun ilk günü iki kuzunun da okullu olduğu gerçeğiyle yüzleşebilmem biraz sancılı oldu. Henüz bir kahve içimliği bile ağlayamamışken telefonum çaldı. Kuzu çok ağlıyordu ve gitmem gerekiyordu aynen gerisi geri oyun grubuna. Gittim, gözyaşları boncuk boncuk mammaa maammmaaa diye nasıl ağlıyor ama kuzu… Biraz teselliden sonra yine bırakıp çıktım. Daha kapıda hıçkırıklarını duyuyordum. Karşılıklı biraz direndik ama teslim bayrağını çabuk çektik. Çünkü, eğitimci denilen o bağyan, ağlayan çocuğa şevkat göstermekten bile acizdi. Hüngür hüngür ağlayan bir çocuğu teselli için konuşma yetisinin kafi olduğunu düşünebilen biri hangi pedagojik formasyondan gelebilirdi ki? Hani, tamam, biz sıcakkanlı milletiz, elli kolluyuz, sarılmayı, okşamayı, duygularımızı dokunarak ifade etmeyi iyi biliriz, böyle görmüş böyle büyümüşüz, kanımızda var, tamam. Ama bize göre “öteki”lerin de bunu bir nebze bilmesi gerekmiyor muydu? Hayır, günlük hayatta bu beklentiye girmek gibi bir cahil cürreti göstermeyeceğim ama sözkonusu 2,5 yaşındaki bir çocuksa bunu bir anne olarak bir eğitimciden beklemek en doğal hakkım olmalı. Ama olmamalıymış, yaşayarak öğrendim. Bu kabus 3 hafta sürdü. Aynı terane devam etti. Son hafta öğretmen hastaydı. Kuzu da evde o kadar mahsundu ki, ona bu çileyi çektirmeye hakkım olmadığını düşünüp oyun grubu maceramızı, zorluğundan çok eğitmenin suratsızlığından ötürü bir sene ertelemeye karar verdik.

Ertesi sene, aynı eğitmenle muhatap olmaya dermanım yoktu. Biraz uzak olmasına rağmen, büyük kuzunun haftanın üç günü devam edip çok mutlu olduğu oyun grubuna yazdırdık küçük kuzuyu. Eğitmeni gençten, tatlı mı tatlı bir hatun. Onunla beraber sosyalleşmeyi, bezi bırakmayı, birdenbire de konuşmayı öğrendi küçük kuzu ve büyüdü. Bir eğitim yılını devirdikten sonra, okul yönetiminden mektubumuz geldi, şimdi okullu olacaksınız diye. Bu okullu olma konusunda büyük kuzudan çok muzdarip olduğumuzdan okul başlangıcını bir sene ertelemeye ve bir yıl daha oyun grubuna devam ettirmekte kararlıydık. Bu konuda oyun grubu öğretmeni ve denemek için iki gün test sürüşüne yolladığımız anaokulu öğretmeni de bizimle hemfikirdi. Bu öğretim yılı başında yine haftada 3 gün olmak üzere aynı oyun grubuna başladık. Ancak büyük kuzuyla gidiş-geliş saatlerinin çakışması, oyun grubunun uzaklığından ötürü arabaya mahkum olmamız ve benim bu git gellere en önemlisi bu zaman kaybına katlanamamam sonucu, küçük kuzuyu bu yakınlardaki oyun grubuna yazdırdık yine. Ama bu sefer haftanın 3 günü gideceği için şükür ki bir önceki travmaya sebep olan eğitimciyle muhatap olmayacaktık. Yeni bir oyun grubu örtmenimiz oldu. Ve maceramız başladı… Ne mi oldu?

Anlatacağım… EK sınıfının genel görüntüsü ve ilkokul anılarımızla birlikte da bir sonraki yazıda…

One response »

  1. biraz farklı olana hep zorluk çıkarıyorlar hayatta. bir türlü kabul edemiyorlar. biraz içedönük oldun mu, hayalci oldun mu, sanki dünyanın et kötü şeyiymişsin, kesinlikle değiştirilmen/düzeltilmen gerekiyormuş gibi davranıyorlar. şu çok gelişmiş batı medeniyetleri bile daha yeni yeni farklı karakterde insanlar olabileceğini kabul etmeye başladı. onlara kalsa hepimizi duygusuz, yarışa odaklanmış psikopatlara çevirecekler. power of intraverts diye bir kitap var, hatta yazarının ted konuşması falan da var, tavsiye ederim. bi de bayağıdır yazmamışsınız, ben çok sevdim blogunuza biraz göz gezdirip, yazılanları okuyunca. umarım devamı gelir

Leave a comment