Karmakarışık 4

Standard

Dönememek

“Gitmekle gitmiş olamazsın; Gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır.”

C. Süreya


Hani bazen soruyorsunuz ya, niye gittin, niye dönmüyorsun diye… Çok basit bakın şöyle yapıyorum: bir terazinin bir kefesine uzak kaldığım iyilikleri güzellikleri, özlemlerimi, özlediklerimi, balık-rakıyı, simit-peynir-çay üçlüsünü, denizi, boğazı ve şu an aklıma gelmeyen, belki de gelmek istemeyen tüm güzellikleri ve ek olarak can acıtan gundemi, ölümlerle yaşayabilmeyi koyuyorum; diğerine ise huzurlu ve güvenli bir geleceği (kendim için değil, en çok çocuklarım için), nefes alırken daralmama hissini, “yarın ne olacağım?” endişesi olmadan yaşayabilmeyi ve benzeri fazlalıkları… Kim kazanıyor dersiniz? Evet, burada öleceğim….

Her dönme kararını almaya yeltendiğinde terazinin kefelerini doldurup doldurup boşaltarak hem durum, hem de vicdan muhasebesi yapmak insanın ömründen ömür çalarken umarsızca, bu muhasebeyle istatistik uzmanına dönüşen “dönemeyen” de aslında kendini rahatlatmaya çalışıyordur sürekli ama bu sürekliliğin hiçbir aşamasında dönüş kararı alamayarak aynı zamanda. Çünkü her dönüşün aslında yeni bir başlangıç olduğunu biliyor ve bu yeni başlangıca gücü olmadığını farkedecek kadar da kendini tanıyordur. Hem, her yeni başlangıçta yanında dağ gibi, taş gibi dimdik ayakta destekte duran(lar) da, bu yeni başlangıçta artık yanında olamayacaktır, bu bilinçle de tek başına bir başlangıçtan medet umamamaktır aslında dönememenin asıl sebebi.

Özlemek

Gözleri uzaklara dalan birinin, yakınlarda olmayan bir hikayesi vardır.

(City of Angels)

Özlemleri gökyüzünün rengi bile dindiremiyorken senin neyine ki dindirmeye çalışmak ey fani? Haddini bilemeden “özlemeyeceğim artık” gibi kocaman bir tükürük saldığında, yalamasının ne kadar zor olduğunu bilmiyormuş, sanki daha önce aynı haltı yememiş gibi…

Hani, insanlar vardır küçücük hayatlarımızda… Hayatlarımızdan daha büyüktür varlıklarının yarattığı mutluluk da, yokluklarının sebep olduğu mutsuzluk da aslında. Onlar uzaklaştıkça basit hayatlarımızdan, o basit hayat çok karmaşıklaşır. Ne yapacağımızı, ne zaman, nasıl ve hangi dermanla yapacağımızı bilemeyiz. Özlemin yürek yakıcı acısı bulaştıkça bambasit hayatlarımıza, herşey katmerli zorlaşır sanki. Ve “artık özlemeyeceğim, gebersem de özlemeyeceğim” dedikçe, ilk tökezlemede özlenen yine “O” olur çaresizce. Hani kocaman kocaman tükürmemek lazım ya, yalayınca mide bulandırmasın diye, işte o bile göze, mideye dokunmaz, özlemek öyle ağır basar ki…

Yaralar

Yaralar vardır, sarmak gerekir. Çünkü, sarılan yaralar kapanacaktır. Yeter ki saracak birini buluversin insan yanıbaşında. Yaralarını saran sırt çevirdiyse insana, kendi yaralarını kendi saracaktır mecburen insanoğlu herşeye rağmen. İstediği kadar sakladı sansın insan yarasının izini, eninde sonunda birileri muhakkak farkedecek o yarayı. Çünkü o kadar derinleşmiştir ki yara, artık kimliği olmuştur. İnsan kendine acıdıkça, etrafındakiler yarası olacaktır. Dünyaları anlatmaya çabalarken insan, aslında diğerleri herşeyden önce yarasını konuşacak. Çünkü hep çıkacak biri yarasını deşip duracak. Hem unutmamak lazım ki, en derin yaralar en derin dostluklarda açılır.

Bu açık yaralarla yaşamaya çalışırken insan evladı, aslında yaralarını açan, kanatan, yaralarına tuz basanlardan uzaklaşmak yerine, onlardan hala medet umar çaresizce. Bir şekilde mazoşizm olarak görünse de bu anlamayana, apaçık çaresizliktir aslında. Yani, insan, yarasını başkasının onarmasını beklerken, o yarayı kanatanların da aslında yarayı açanlar olduğunu bile bile hala yarasının onarılacağına inanır bir umut. Umutların tükendiği o uyanış anında ise koskocaman bir acı sarar yaradan çok insanı. Artık yaradan çok yaralayan acıtıyordur insanın canını.

“Senin gokyuzunde benim yerim yoktu…”

Yarasının yaratıcısına tapan Stockholm sendromlu insan evladı o kadar inanmıştır ki ancak yarayı açanın o yarayı tekrar kapatacağına, çaresiz ve umutsuzca hayatına sokmuştur o insafsızı medet umarak salakça. Bu salaklığın farkına varış anları ise acıtır, dedik ya, yaradan çok yaralıyı. Uzaklaşmaya çalıştıkça yarayı yaratandan, daha da hayatına entegre olur aslında o vicdansız. “Ben seni bırakamıyorum, sen insafa gel beni bırak… ” dedikçe yaralı, yarasını kanata kanata daha da acıtır o insafsız, ölesice ölümlü. Anlamaya başlayınca acı gerçeği, uzaklaşmaya başlamayı kafasına ne kadar koyarsa koysun, yalnızlığı o kadar derin bir çukur açmıştır ki hem yüreğinde hem de hayatında, o yalnızlığa ilaç diye umar sandığı aslında onu daha da çok yalnız bırakan olacaktır yine yeni yeniden.

Ve her yaralandığında henüz açık yarası kapanmadan, yarayı sardıracak birini bulduğunu sanıp, aslında o merhem sandığı şeyin tuzdan başka birşey olmadığını anlayıp yine de yaraya merhem diye tuz sürmek… Tadından yenemeyen bir acı…

Ve her yalnız hissettiğinde, dedik ya, Stockholm sendromlu kişi, yalnızlığının sebebinden medet umdukça işler daha karışır ve içinden çıkılamaz bir hale gelir. Çare? Veda…


Veda

Ve yavaş yavaş sonun başlangıcına gelinmiştir. Tüm bu didişmeler, kavgalar dövüşler içinde artık yaşamak öyle zorlaşmıştır ki zaten yer bulamadığı gökyüzüyle vedalaşma vakti de gelmiştir. Her hoşçakal dediğinde vedalaşamadığı halde ayrılmaya çalışırken yaralı, her seferinde kuyruğuna baka baka geri döndüğünden olsa gerek, hala inanamaz bu vedaya… Çok kolay olmamalı bu son veda ama olmalı… Her becerilemeyen hoşçakalla yitirilen, eksiltilen paylaşımlar zaten son bulduğundan artık hoşçakallık bir hukuk bile kalamamıştır. Dolayısıyla, edilen hakaretler, yapılan haksızlıklar artık bir son bulmalı, veda bile edilmeden bitirilmeli artık bu didişme, bu hakaretler silsilesi ve haksızlıklar öbeği. Şebnem Ferah eşliğinde Hoşçakal derken ezilen, ezen de haklı gururu ve başarısıyla övünsün ve bu kasılmayla kahkahalarını daha şen atsın diye… Hoşça kal!!!

Leave a comment