Özlemin günü saati mi olur?

Standard

Yıllardır görüşmediğin eski dostunla ilk karşılaşmanda araya yıllar girmemiş gibi sarılabiliyorsan, aranıza iki günlük ayrılık girmiş dostun sandığınla da ilk karşılaşmanda aranızda buzdan dağlar olabilir. Yani, ayrılığın süresinden çok şeklinin, acının ve hüznün niceliğinden çok niteliğinin insanı yıkmasıdır bu… Buluşmaya ay, gün, saat, dakika sayarken, artık buluşamayacak olmanın üzerine eklenen saat, gün ay ve mevsimleri sayar hale gelmek… Hayata gülümsemeye çalışırken insan, sahte gülüşünün yüzden çok yürekte donakalması…

Kırkından sonra öğrenmek gibi bir lüksü de varmış insanın. Tam da “Tamam artık göreceğimi gördüm, öğreneceğimi öğrendim ben bu alemde, piştim/oldum/olgunlaştım… Tamamım ben…” dediğinde insan, tam da bu ruh hali içine girivermişken salakça, aslında daha öğrenecek çok şeyi olduğunu farkediveriyor. Bu kötü bir şey mi? Hayır, n.ş.a. çok da şahane bir olay, amma ve lakin, insan bildiğini sandığı şeyleri aslında yanlış ya da eksik öğrendiğini farkedince hafif bir göt olma durumuyla karşı karşıya kalabiliyor bir anda. Ama kabul etmek gerek ki bu da öğrenme sürecinin vazgeçilmez bir parçası: evet, evet, göt olma… Ta kendisi…

Adam olmanın ne olduğunu, yani tanımını bilen, adam olanla olmayanı ayirdedebileceğini sanır mesela. Ne büyük bir yanılgıdır oysa ki. Bunu gerçekten anlayabilmek için sadece adam olmanın değil, misal, sahtekarlığın tarifinde de yanılmamak ve iki sıfatın (adam olmak ve sahtekarlık) kesişiminin de boş küme olmadığını algılayabilmek gerekir. Değil mi ama?

Adam olmayanı bir kenara bırakacak olursak…

Kimi insan vardır hayatımızda, vardır işte, hasbel kader girmiştir bir şekilde, ne varlığı sevindirir ne de yokluğu üzer. Ama kımıl zararlısı gibi yapışıp durmuştur hayatımıza kenarından köşesinden. Kimisi de vardır ki, tüm mesafelere rağmen o kadar sıkı tutunmuştur ki en yüreğe yakın yerden, itsen düşmez, kovsan gitmez, kaybolsan arar bulur yine en kalabalıklar içinde dahi seni, yıllar sonra bile. Hoş, böylesini bulmuşsa eğer insan, ne iter, ne kovar, ne de söver; kaybolmayı aklından bile geçirmez zaten.

Hayatınızda böyle biri varsa sımsıkı tutun onu kollarından, bırakmayın sakın. Çünkü onsuz çok eksik kalacaksınızdır. Onsuz, hayatınızda, gökkuşağınızda bir renk eksik olacaktır… Hele de bu kişi, eskilerden, çok eskilerden beri yanınızdaysa, hep yanınızda kalmış, sizi yargılamadan eleştirip, hakaret etmeden lafını esirgememiş, bildiğin giydirmişse eğer, işte o insan var ya o insan, can’dır, kardeştir, bir tanedir, kısacası, dost dediklerimizdendir… Hani şu sonradan olunmayandan…

Ama arkadaşlar güzeldir…

Beraber içilen bir paket tütünün, iki kadeh şarabın, aynı tabaktan tırtıklanan peynirin, salatanın, gecenin bir yarısı bir barda sigara dumanı kavgasının, beraber yürünmüş yolların, birbirine ters düşen fikirlerin aralarına dağlar sokmamasının, bir ambülansta en kısa yolun uzamasının, en özelinin paylaşılabilmesinin… Tüm bunların bir anlamı olmalı… Ve tüm bunları yaşamanın, yaşamış olmanın, aynı sıklıkta olmasa da hala yaşayacak olmanın da bir anlamı olmalı… Yani demem o ki, aramıza hayat girmiş olabilir ama aynı (afedersin) sikilesi hayat, insanları birbirleri için ne kadar çok şey ifade ettiklerini anlasınlar diye de ayrı koymuş olabilir. Nefesi daraldığında insan, oksijeni taa ciğerlerine kadar içine çekemediğinde, bir dost sesiyle, nefesiyle, şakalarıyla şen kahkahalar atabiliyorsa en sıkkın anında, bir gün bin gün kadar uzun yaşanabiliyorsa, vakit “iyi ki varsın” deme vaktidir.

Kıssadan hisseye gelecek olursak, tam da bugün, kaderin cilvesi, “iyi ki doğdun, iyi ki varsın hayatımda” deme vaktidir. E ne yapalım, diyelim bari o zaman… Kaçamayınca zevk almaya bakalım…

İyi ki doğmuşsun, iyi ki girmişsin hayatıma bir şekilde, iyi ki hala varsın ve hep olacaksın…

Doğum günün kutlu olsun…

 

Leave a comment