Kabuk bağlayamayan yaralar

Standard

Çocukken ne çok düşer kalkardık. Ne çok yara bere sahibi olurduk isteyerek ya da istemeden. Kimi sıyrıklar ağlatırken kimi bol kanamalı yaralar sesimizi kısardı. Önce üzerine boca edilen oksijenli suyla oluşan beyaz köpükleri hayranlıkla izlerken, koyu renkli tentürdiyodun yaktığı yarayı nasıl da gururla sahiplenirdik. Hele ki üzeri bandajlanınca ya da bantlanınca nasıl da ballandıra ballandıra anlatırdık sağda solda nasıl sahiplendiğimizi o yarayı. Birkaç gün sonra yara kuruyup kabuk bağladığında en heyecanlı döneme girerdik asıl. O kalın kabuk kaşınacak, ya çatlayacak ya da olduğu gibi soyulacak, sonra düşüp tekrar tekrar kanayacak. Yarayı tekrar kanatmaktan, daha derin bir yara sahibi olmaktan nasıl da hoşlanır, yaranın yaşanmışlığımızın ispatı olacak şekilde iz bırakmasını umarken nasıl da gururlanırdık.


Oysa ki şimdi bir estetisyen inceliğiyle kabuklu yaralarımızın iyileşmesini diliyoruz. Aman iz bırakmasın, aman bir daha kanamasın diye hem kozmetik hem medikal tüm olanakları kullanıp kapatmaya çalışıyoruz sonsuz kanayan yaralarımızı. Çünkü biliyoruz ki kabuk bağlamayan, bağlatamadığımız, bağlamasına izin verilmeyen her yara, üzerine alkol dökülmüş gibi köpürüp köpürüp yanacak, yakacak, bir daha yaralayacak yaradan çok yüreğimizi.

Kabuk bağlamayan yaralarımız aslında çok. Bir gün 6-7 Eylülle kanarken, başka bir gün, başka bir vesile ile 1915 hatırlatıldığında, an geliyor 1980’le, bazen Sevag’la, bazen Hrant’la ama hep gidenlerle, götürülenlerle kanıyoruz. Kanadıkça mikrobun akmasi gerekirken daha da birikiyor içten içe o irin. Akamadıkça daha da can yakıyor.

Kimi zaman gidenlerle yanarken yaralı canımız, bazen de kalanlarla yanıyor. Ama her halükarda yaraya kabuk bağlatmıyorlar. Sürekli kaşıyarak hep ayni yeri, kanın pıhtılaşmasına engel oluyorlar. Zayıf noktanı öğrenen sözde dostlar, doyumsuz vicdansızlık, yüreksiz arkadaşlar, kaşı patlamış boksörün kaşına kaşına çalışan (şerefsiz ve vicdan yoksunu) rakip misali çalışıyorlar hasarlı insan ruhu üstünde. Çalışmak ne kelime, bildiğin tepiniyorlar yaranın üzerinde umarsızca, ya da daha da acıtacağını umarak.

Tam da bu ruh halinde nefes almak can acıtır. Yaşayabilmeyi imkansız kılar.

Götürülenleri bir kenara bırakıp kendi gidenlere dönersek, git derken aslında gitme dediğini anlayamaması, tıpış tıpış gidivermesi gönüllüce yaralar en çok mesela.. Gönderdiğinde, gidenle ruhunun da gidivermesi senden ve ödül saydığın (daha doğrusu sandığın) yokluğunun aslında cezan olması. Acı evet acı… Ferahlık adletmişken yokluğunu, aslında o yokluğun, kendini kendi rızanla içine hapsedildiğin en dar hapisane koğuşu olduğunu görmek… Kıymetli sanırken yaşan(ma)mışlıkları, aslında en kıymetlisinin yaşadıkların olduğunu farketmekle uyanmak rüyadan, veya kabustan… Rüyanın kabusa dönüşmesiyle katmerlenen yokluk hissi ve kocaman bir yürek boşluğu.

Ah kabuk bağlamayan yaralar… Ah…

One response »

  1. Garinecegim, gozlerim sulanarak okudum bu guzelim yazini. O koskocaman yugerine ve tuslara basan parmaklarina saglik canim benim. Hep boyle sevgi ve merhamet dolu yureginle kal emi sen!…

Leave a comment