Kuşkanadı kalem olsa…

Standard

“İstediğin kadar yokluğuma alış
Ama şarkılara yakalanmak diye bir şey de var.”

An gelir, bir şarkı çalar zamansız zamansız…

Çocukluğum çocukluğum
Bir boşluk var anlayamıyorum
Kapkaranlık derin bir kuyu var
Bir türlü içinden çıkamıyorum

Çocukluğum çocukluğum
Eksik birşey var bilemiyorum
O zamanlardan yasaklamışlar
Doyası doyasıya ağlayamıyorum

Sonra anlayamadığın boşluğu, o kapkaranlık kuyuyu oyan eksik şeyi bulursun ama hala ağlayamazsın. Yasaklamışlar çünkü. Çocukluğunu beraberinde mezara gömeni hatırlarsın. 14 yaşındasındır henüz. O zamanlar ağlayabiliyorsundur, şimdiki gibi yasaklara takmıyorsundur. Anıra anıra ağlarsın onu ne kadar çok sevdiğini, özleyeceğini düşündükçe. Çocukluğunu eksilmiş sanırsın, gömdün sanırsın. Salaksındır çünkü.

IMG_20150512_103647

Sonra kırk yaşını geçince, o gün gelir ve çocukluğunun kalan kısmıyla birlikte hayallerini kaybedersin. İşte asıl o zaman kaybedersin çocukluğunu. Kırkında dahi olsan hala çocuk kalmış elinden tutan o kocaman el soğuyunca, artık elinden tutup seni kötü rüyalardan uyandıracak kocaman adam olmayınca daracık dünyanda, sevdiğin ilk adam da çekip gidince fanilerin arasından, işte tam o zaman büyürsün. Daha toprağı kurumadan çok özlersin. Ve o toprak kuruyunca, suyu o kadar seven adamın, kupkuru toprağın altında susuz ne yapacağını düşünüp nefessiz kalırsın.

IMG_20150512_103159

Ve nefessiz de yaşanacağını öğrenirsin günler engellenemez bir hızla akıp gittikçe, geçtikçe, geçirip gittikçe hatta. Azaldıkça hatırasını yaşatanlar etrafında, daha kırkı taze solmuşken, çiçekler taptazeyken, eksildikçe ortak anıdaşlar yanıbaşından, daha da öksüz hissedersin kendini. Yaşarken yapılması gerekenlerin yapılmasından yanaydı gönlü. Öldükten sonra kıymeti kalmayacaktı çünkü. Yaşarken ziyaretine gelenler mutlu etti onu hep, çok önemliydi çünkü. Çürümüş kemiklerine gelenlerin kıymeti olmayacaktı, öyle olacağını iddia ederdi en azından.

Herşeyin istediği gibi olmasını isterken, tam da istemediği şekilde gelişirken, elinde olmadan vasiyetini yerine getirememenin vicdan azabı yorar insanı. Ama eksik kalanların, bu kadar ani ve beklenmeyen gidişinin çabukluğundan ötürü tamamlayamadıklarının hepsini birden bitirmeye çalıştıkça, birikmişlerin ağırlığı altında ezilirsin. Gecikmişliğin vicdan azabı triple yapar ruhunda, seni kanarta kanarta. İşte bu ezilmişlikle dahi olsa, son vazife olarak canını dişine takıp bitirmeye çalışırsın yarım kalanları…

“Derler ki, öykünün bir yerinde özlemleri sıraya koymak gerekirmiş.
Oysa ne farkeder ki öykünün başı sonu özlemse…”

Özlemin ifadesi özlü sözlerden insanın kendi cümlelerine taşmaya meyillenmişse, artık yazana gem vurmak anlamsızdır. Neyi, ne kadar, niçin ve nasıl özlediğini anlatmadan duramayacaktır çünkü. Hasretinin dağları aştıracağını hayal etmişken, bir adım bile atamıyor olması özlemlerine, özlediklerine doğru, korkunç bir kabus değil de nedir ki yaşanan? Sıraya koymak isterken özlediklerini, ne çok olduklarını farkeder sıralayamayınca umutsuzca. Sıralayamaz. Çünkü bir attığı simit depar atar, bir simidi attığı martı, bir de bu iki haylazın üzerinde süzüldükleri mavi su. Ardından binemediği vapur, sarılamadığı eş dost, ağlaşamadığı yaren; üstüne de cila olarak koskoca bir şehir, aşık olduğu gölgesine dahi. Ve o şehirde bıraktıkları. Ve hatta o şehrin taze toprağının altında bıraktığı. Toprağın altındaki mi daha nefessiz, üstündeki mi, düşünür durur nefesi kesildikçe insanoğlu/kızı. Çok kulvarlı bir koşu pistinde önce hız, sonra sidik yarışına girer sanki tüm özlenenler. Ve bir içses/içözlenen karmaşası, kulakları sağır eden bir uğultuya dönüşüverir terbiyesizce:

– Bak ben daha uzağa işeyebiliyorum…
– Ama ben daha tazikli işiyorum…
– Benimki en çok…
– Benimki en yoğun…
– Benimki en ben…
– Bak ama ben imzamı da atabiliyorum çişimle…
– Ben ayakta işeyebiliyorum en birinç benim…

Evet, bildiğin sidik yarışı yapan erken erkek ergenler gibi özlemler. Özleyenin en içinde yarışıyorlar canhıraş bir hırsla en çok özlenen olmak için. Başları göğe erecek çünkü. Oysa bir bilseler ki aslında hep özlenenlerdir sevilenler ve hiçbir şey özlenenlerden daha şiddetli sevilemez… Akıldan çıkmayan her özlenenin asıl yuvası ise özleyenin yüreğinin en içidir, en kuytu köşesidir sessizce, sedasızca, en çok da dilsizce, kelimelere dökülmeden, duyurulmadan, söyle(ye)meden… İsteyerek ya da istemeyerek…

“Kuşkanadı kalem olsa, yazılmaz benim derdim”

Bir kelimeyle dağılan ruh hali, bin cümleyle toparlanamıyor. Ve o bir kelimenin sahibi çok uzakta. Bir kelimeyle durumu kotarabilecek yakındaki ise bihaberliğiyle o kadar uzak ki konuya, olan yine dağılana oluyor, darmadağınık kalıyor. Ha bir de karmakarışık. Karmakarışık evet.

Hani demiş ya büyükler, “Ölüm allahın emri ayrılık olmasaydı” işte o ayrılığı, en salağı özleyenlerin, ayrılık sanmış hep, sonu olan bir ayrılık. Meğer ölümden de betermiş o ayrılık. Ölümün getirdiği, bir daha görememe hali en acısıymış ayrılıkların, eh ne demiş sanal alem, “kesin bilgi”! Gerçek!

Ölümün sıralısı vardır ama zamanlısı yoktur. Her ölüm erken, her ölüm zamansızdır. En çok da sırası gelmeden, hem de zamansız gidenler özlenir. Teselli olabilecek onlarca sebep, en hafifinden onlarca (boş gelen) cümle dahi varken, hiçbir merhem derman olmaz yaraya. İyileşemeyecek, kabuk bağlamayan yaradır çünkü ölüm yarası. Başlarda her gün oluk oluk, sonralarda daha az ama hep kanar, üstüne oksijenli su dökülmüş gibi kabara kabara, köpük köpük hem de… Bir daha görüşemeyecek olma hissi oksijenli su, gözyaşları da kan olur, günler, haftalar, aylar da geçse, kanamalı bir hasta olan ölemeyen ölümlü ağlar oluk oluk, bazen sessiz sessiz bazen de anıra anıra. En güçlüsünü yıkan yokluk hissi, güçlü görünen güçsüzü ne hale sokar varın siz tasavvur eden kıt hayal dünyanızda şimdi..

IMG_20150512_104113

Leave a comment