Özlemekten Ölmek

Standard

“Unuturum diye uyudum. 
Yine seninle uyandım. 

Belli ki uyurken de sevmişim seni.” 

(Cemal Süreyya)

Günaydın… Ne basit değil mi? Sadece günaydın. En çok özlediğim, basit, kısa bir günaydın… Hani nasılsın bile sormadan, çok şey içeren bir günaydın. O günaydında saklı nasılsın, aslında insanın  “nasılsın, iyi misin?” diye sorulmasını beklediği, sorulmadığında ise “sen bir sor nasılsın diye, kötüysem bile iyi olurum” diye cevaplanan, daha doğrusu cevaplanmak istenen günadın. “Sen günaydın demeden bana, iyi geçemeyen günüm” gibi yani… “Sensiz geçen her günüm gibi” aynı…

Hele de diplerdeyken nasıl özlüyor insan. Ama kim, nereden bilecek ki? Özleyenin özlem kokan her satırındaki satır aralarını göremeyip paragraf aralarındaki boşluklarını boş boş söylemlerle dolduran özlenen, özlemin şiddetini, hasretin sonsuzluğunu nereden anlayacak ki? Hani iki kelam beklerken hiç gelemeyen o iki satır vardır ya, insan yazar olur o bekleme sürecinde. Bir de parmağını kımıldatacak gücü bulamayınca kendisinde, nasılsın diye soracak bir can’a muhtaç ve o can’dan yoksun, daha doğrusu uzak, hele de hastayken, bir “nasılsın? “a muhtaç salya sümükken, en çok özledikleri de eskiler, eski dostlar, şevkat, ilgi alaka, basit bir hal hatır sorma, daha da ileri gidersek rakı-balık, simit-çay, sigara-kahve olan zavallının halinden ancak yoldan geçen, diğer bir deyişle ağaçtan düşen anlar ancak, özlenen nereden anlasın ki değil mi ama? Elinde çok akıllı telefon, herhangi bir sosyal iletişim aracından gelecek herhangi bir mesajın sesine muhtaç, yatağa gömülmüş, bir elinde selpak diğerinde yastığın ıslak yüzü… İşte o özleyen, canım benim… Yok hayır arızaya bağlamamalı, ne münasebet, ama dökmezse içini, bu dert özleyeni yiyecek, belli ki dese bile, yazsa bile, avaz avaz bağırsa bile özleneni yemeyecek. Yemesin de zaten, ne gerek var ama dimi? Sadece hissettiklerini yazmak istemiş garibim özleyenin, özlenen (okuduğunu anlayamasan da) okusun istemiş, ne bilsin cahil, istemiş de istemiş bir işe yaramayacağını bilerek. Hani salak özlenen “onu da yapma” derse yapmayacak da, bu yürek bu kadar çırpınışa nasıl dayanır, madem yapma diyor, bunu da özlenen cevaplasın. Evet biliyor aslında sonsuz özleyen, sonuçta kendi tercihi mevcut şartlarda olmak; cehenneminden kaçıp cennet görünen kendi cehenneminde kendini yakmak. Tüm bu yoğun hislerin sebebi kendisi, kendi kaçışı evet. Ama bu kadar olacağını bilse yine aynı yollardan geçer miydi bilemiyor. Belli ki bilemeyecek de bunu ama bu kadar hasret, bu kadar özlem, bu kadar iç yıkıntısının çaresi nedir onu da bilemiyor, bilemez halde çırpınırken de özlenenden, dostluğundan, varolamayan varlığından medet umuyor. Yani anlayacağın, sayın okur, salağın biri denize düşmüş, özlediklerine sarılmaya çalışıyor ellerinden kayacağını bile bile. Ama en fenası ne biliyor musunuz? Tercihlerini kendi yapan insanoğlunun bu tercihlerinin sonuçlarını gördüğünde buna feci halde katlanması gerekirken, bunu da yapmaya çabalarken, gönülllü gidişinin mekanının yani birnevi cennetinin bir anda mapusuna dönüşüvermesi. İşte en katlanılmayanı da bu en nihayetinde. O kadar kocaman bir çaresizlik ki… Bu ahval ve şerait altında ise, bir mapus şarkısı bile özlem şarkısına dönüşebiliyor.

 

ozlem

“Sonra birini özlüyorsun yedi milyar insan buharlaşıp uçuyor gözünden.”

Özlemek demişken, en çok uzaktakileri özlüyor insan. Ya da özlenenler hep uzakta oluyor nedense. Gurbetin gözü çıksın, belki yakınında olsa o kadar özlemez insan. Özlediği burnunda tüterken yaşamak o kadar zorlaşıyor ki, bir daha nefes alamayacak sanıyor insan birdenbire. Sonra bakıyor ki, özlenen o kadar da özlemiyor özleyeni. İşte bu algıyla, zoraki alınan nefes daha da zor alınıyor. İnsan tıknefes yaşamaya, yaşayamasa da hayatta kalmaya devam ediyor mecburen. Çünkü ölemeyecek kadar ödlek, ölemeyecek kadar gururlu. Çünkü ölürse, arkasından, “vah vah ne oldu da yaşayamadı ki… ” diyecek kadar vicdanlıdan çok, “ne güzel yaşıyordu işte yediği önünde yemediği arkasında, rahat mı battı da geberdi gitti ardındakileri bırakıp… ” diyecek vicdansızlar çoğunlukta. Gurur yapıp hiç de istemeyerek, sevincekleri sevindirmemek adına şu sikik hayata tutunamasa da sürünerek devam etmeye mecbur kalıyor, birileri üzülecek diye değil ama birileri sevinecek diye sadece. Çünkü cümle alem bilir ki, gitmek isteyeni kimse tutamaz gururundan başka.

“Bazı insanları unutamazsın, sadece bir kez bile görsen.”

Tam da gidemediğinde, aklına unutamadıkları gelir. Unutamadıklarının kendisini de unutmamış olmasını diler insan. Bir kez bile görmüş olsa dahi, resim hafızası sıfır insanoğlunun aklından çıkmayan bir yüz vardır gözünün önünde, daha da beteri gönlünün içinde. Bir daha görüşünceye kadar çıkmaz o resim gönlünden, gitmez o fotoğraf gözünün önünden. Görüşeceği günü iple çekerken aslında o gönlünce görüşmenin hiç olamayacağını da bilir aslında özleyen. Günü kotarmak için bir kelama, bir satıra muhtaçken, satırlar geçip giderken bile özlemi dinmez, bilakis depreşir. Bir kere, sadece bir kere daha görebilmek için, gönlünce dökebilmek için içini, ama öyle lafla sözle değil, gönlünce, dilediğince, umarsızca dökebilmek için, her yolu dener, çıkmazlara gireceğini bile bile. Ama kader özleyenden çok daha akıllı, insafsız ama mantıklıdır, makuldur. O karşılaşmaya mahal vermeyerek, özleyeni o özleme mahkum kılarak aslında yaşama tutunabilmesini hedeflerken, bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek tam da tersini yapar vicdansız. Özleyen öyle özler ki, yaşayamaz hale gelir ama ölemeyecek kadar da yaşamaya mecburdur, bildiğimiz en amiyane tabirle “sike sike”… Konuşarak anlaşamamanın ağırlığı mı yoksa konuşmadan anlaşabilmenin güzelliği mi bilinmez ama özleme özlem katan bir his çoğaltır bu yaşayamama durumunu. Yaşarken ölmenin tam da karşılığı bu olmalı. Mecburen yaşarken bir ölüm ağırlığında ilerlemek hayatta, o da mecburen.

Leave a comment