“Unutulunca Ölürüm Yar”

Standard

“Konuşarak da anlaşamıyorduk, susarak da.

Ben yazmayı tercih ettim, o hiç okumadı.”

Bu yoğun ağır haftada, senin sayende eksikliğini daha da çok hissettiğim bu yokluk, “konuşacak bir duvarım bile olmaması” duygusu tavan yapıyor. Yanlış anlama, bu serzenişimin altında, “sen niye yoksun”dan çok sayende konuşacak herkesi hayatımdan çıkarmam yatıyor. Ki biliyorsun, bu da senin sayende oldu. Hep korktuğum “son kazığı” yedikten sonraki ruh halim bu işte. Kimseyle, duvarlarla bile konuşamıyorum.

Demin parmağımı kapıya sıkıştırdım. Kazık kadar adam, anıra anıra ağlamaya başladım. Gören parmağım koptu sanır. Bir anda parmağım değil ama ben koptum. Hemen kaçıp kendimi odaya kapadım hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Yine de millet kan çanağı gözlerimi görüp de anlamasın, daha doğrusu hesap sormasın diye ağlamama bile engel oldum, yutkunup derin nefes aldım, geçtim oturdum yerime. Parmağımın acıdığı bile yoktu, yüreğim acıdı birden niyeyse… Aslında niyesini de biliyorum ya, madem sordun(!) anlatayım bari.

“Onu kırmış olmalı yaşamında birisi
Dinledikçe susması düşündükçe susması
Tek başına iki kişi olmuş kendisiyle gölgesi.”

(Özdemir Asaf)

Hani şımaracak, kaprisini çekecek biri kalmayınca birden büyüdüğünü hissedersin de artık çocukluğa yer kalmadığından içindeki çocuğu azad edersin ya… Tam da bu ruh halindeyken karşına bir yaralı çıkar, yarasına merhem olmanı ister. Söze dökmese de bu isteğini, içini dökerek bunu anlatır sana. O içini dökerken, sen ona merhem olamasan da dinleyerek yaren olursun, yarasına kah tuz kah artık kanamasın diye parmağını basarsın, ama bir bakarsın ki o senin yaralarını kanatmaya başlar. Sonra içinde azad ettiğini sanıp da bilincinin bile en altında sakladığın çocuk çıkıverir dışarı. Sen, can kırıklarının cam kırıkları gibi bir süpürge-faraşla toplanmasını beklerken daha da kırılır tuzla buz olur canın, canların. Yakartop oynarken canlarının bittiğinde oyun dışı kalmış çocuk gibi hissedersin birden. Oyun dışı olmasa da yaşam dışı kalıverirsin sonra. Bir can daha ararsın, borç istersin, veren olmaz. Canına kastedene can yoldaşı olmak için canından can verdiklerinin canına okursun ondan sonra. Ve bunu takip eden pişmanlık, vicdan azabı, üzüntü, gözyaşı silsilesi. Hepsi bir olmuş, içinde ölmek bilmeyen çocuğa verir bütün canlarını, sen hala yakartoptaki canları tükenmiş oyundışı çocukken. Oyuna girebilmek için o kadar yol yöntem varken oyun dışı kalmayı tercih eden aslında sensindir ama suçu suçsuza atarken aslında en büyük suçlunun kim olduğunu bile bile susarsın. O susar, sen susarsın, içindeki o piçkurusu aklını kaçırtmak için seninle konuşup durur. Susturamazsın onu işte, canını okur. Sonra yine acı çıkaracak birilerini ararsın. Bulamadıkça kendi canını yakmaya başlarsın artık. Yakacak can kalmayınca, en yakınlarının bile canları heba olunca kendi canını yakarken, aslında bunun yanındakilerin canını da yaktığını hissettiğin anda ise duyulan kocaman bir vicdan azabıdır. Geriye dönüş olmayan yollarda hissedersin kendini ama ne bir adım ileri gidebilirsin, ne geri adım atabilirsin. Zamanı geriye çevirememek bunun asıl sebebi olsa da, gurur, kibir ve kendini bilmek de bunun yan sebepleridir. Herşeyi bile bile tüm bu duygularla, içine diri diri gömdüğün aslında ölemeyen çocukla yapamadığın veda da seni daha derine iter. O en derinde sen de içindeki çocuktan daha sessiz kalırsın işte böyle… Tek ve son dileğin ise unutulmamaktır, unutanlara sessiz serzeniş ve seslenişlerinle unutulmamayı dileyip suskunluğuna devam, hayatına da veda edersin. Yaşadığın kendi hayatın değildir artık çünkü, sana dayatılan hayattır. Kendi kurduğun hayatını bile yaşamakta zorlanırken, başkasına endeksli mecburi hayatı yaşamanın ne demek olduğunu anlatacak kelimeleri bulamazsın; yüzme bilmeyen bir insanın sudaki çırpınışları gibi çırpınışlarla geçer mecburi hayatın bu hüzün hengamesi içinde. Yaşa şimdi yaşayabiliyorsan, unutulmuş, terkedilmiş, yapayalnız bırakılmış…

Leave a comment