Teskeresi olmayan bir askerlik: Gurbet

Standard

Teskeresi olmayan bir askerlik: Gurbet

(Üstelik ne zorunlu, ne bedelli; gönüllü)

Gecenin bu saatinde, hasta insanı yatağından kaldırıp iyileştiren, hatta çay faslını kapattırarak numune konyağı açtırıp içirten, bir de sigara yaktıran, uzaklardan, taaaa uzaklardan gelen bir sestir ancak. Hekimden sorma, çekenden sor diye boşuna dememiş atalarımız. Gurbettekinin halini ancak gurbetteki anlar da birbuçuk saat boyunca eskilerden konuşturup ağlatabilir ancak. Bunu başarabilen bünyeye de gurbet kuşu denir. Ne demeli, düşürenlerin gözü çıksın… Göremesem de duyduğuma sevindim derim, bir derin nefes alıp klavye başına geçerim sayesinde.

İlkokula dönecek olursak, mesela, şanslı olanlarımızın en iyi hatırladığı yıllardır sanki. İlkokul arkadaşları da can’dır, kardeştir, yıllar sonra bile görüştüğünde, görüşemezlerse bile konuştuğunda 10 yaşına geri döndürebilenlerdir. İyi ki varlardır, varolmuşlardır bir müddet hayatlarımızda… Sonra kopulmuştur, aralarına hayat girmiştir. Sonra yine buluşmuşlardır bir şekilde. Yüz yüze olamasa da yürek yüreğe. Giden arkadaşlarını anmışlardır kah kahkahalarla, kah gözyaşlarıyla; kalanların dedikodularını yapmışlardır tatlı tatlı; bazen hüzünlenmiş ama en çok da kahkaha atmışlardır, 30 yıl önceki gibi. Birbirinin hayatlarına çıkmayacakmışçasına giren, aralarına giren hayata inat yeniden birbirlerini bulan, bulduklarında da bir şekilde hiç bırakmayan bünye sahipleridir ilkokul arkadaşları. Bir gün hep beraber olabildiklerinde, en kısa zamanda inşallah, bir kadeh rakıyla çakır keyfi olup, eskiden yeniden yadedip yine 10 yaşına dönebilmeyi hasretle bekler insan…

Sonra ilk gençlik yılları. Ortaokula başlanan dönem. Okuldan çok sosyal hayatın ağır bastığı dönem. Kiminin gençlik kollarıda, kiminin folklör gruplarında, kiminin okul aktivitelerinde, kimininse sanatsal ağırlıklı tiyatro vb aktivitelerde en keyifli zamanlarını geçirdiği dönem. İlk aşklar, ilk dokunuşlar, ilk heyecanlar… Ailenin, yavaş yavaş gençleri özgür bırakmaya başladığı, en azından böyle göründükleri dönem. Aslında yaptıkları, yaşça büyük abi/ablalara “çocuğum sana emanet aman dikkat et” diyerek çocukları denetim altında tutmaktı. Saf gençler de bunu bilerek veya bilmeyerek, özgürlüklerini ilan ettiklerini sanıp at koştururlardı. Kimisi, ailesinin yasakladığı sigarayı kenarlarda köşelerde gizli saklı içerken, kimisi de “sigara içeceksen bana söyle, paketin, çakmağın benden, gizli saklı içme” diyerek suçu meşru kılıp suça teşvik yerine alenen yasağı kaldırarak caydırma yöntemini uygulayan ailenin inadıyla nikotin karşıtı olup çıkmıştı. Okul çaylarına verilmeyen izin, büyük abi/ablaların olduğu dernek çaylarına verilmekteydi. Nasılsa etine sahip abi/ablalar da orada olacaktır, kemik herdaim ailenin ya zaten… İşte taa o günlerden kalanlar vardır insanın yüreğinde. Bir kenarda kıvrılıp oturmuşlardır sessizce. Bir gün bir ses verirler insana. E gurbet kuşu bu, başka bir gurbet kuşunu ötüşünden tanır hemen. Sesine ses verir, çünkü ağaçtan düşenin halinden doktor değil, yine ağaçtan düşen anlar. Araya giren yılları siler bir anda henüz konuşmanın ilk beş dakikası. İlerleyen dakikalarda ise araya giren yılları, ortak anılar, ortak acılar ve ortak gözyaşları mat eder. İkisi de bilir çünkü gurbetin zorluklarını. Gittikçe alışılması gereken mesafeler gitgide daha can yakıcı oluyorsa ve bunu sadece mesafeye mahkum kalanlar anlayabiliyorsa, bu muhabbetin gözyaşıyla sulanması kaçınılmazdır. Ve en can alıcı konular bile yine hasrete, yine gurbete ve yine can kırıklarına bağlanıyorsa elde olmadan, artık çaydan alkole geçme vaktidir. Travmaların envai çeşidini tatmış insan evladı, hatırlanan, hatırlatılan her travma izinde yarasını kanatır kaşıya kaşıya. Ve bu kanama sanırsak ölene dek de sürecek, yara iyileşemeyeceğine göre gurbette…

Ve lise yılları… Sonradan en kanlıların bile kankaya dönüşebildiği lise arkadaşları. Okul yollarının ezber belleme mekanına dönüştüğü, evde dizaltı olan etek boyunun okulda dizüstü olduğu, evde bağlanan saçların okulda ilk teneffüste açıldığı yıllar, yollar. En önemli sorunun takdirname veya teşekkür belgesi alacak kadar not toplamak olduğu, dönem ödevlerinin havada uçuştuğu yıllar. Ve o yıllardan arda kalan yine bir avuç dost. Derdi derdin olur, ortak yaşanmışlıkların olmasa da benzer yollar vardır geçtiğin. El uzatır sana, tutuverirsin; lise arkadaşından düşman olmaz çünkü. Sonra gün gelecek sen de ona bir el uzatıvereceksindir farkında olmadan, ortak bir paydada, ortak bir acıda, ortak bir gözyaşında belki de… Ve belki de uzakta olmak yine bir düğüm tıkayacaktır boğazına, gurbette olmasam yanında olurdum arkadaşımın, derdine ortak olurdum diyeceksin…

Lise biter, üniversite başlar, iş hayatı başlar, biter, vs vs vs… Sonradan da dost edinebilir insan. Ya da dost sanır edindiği nankör düşmanları bazen. Yakındayken eyvallah, kavgasını da eder, hesabını da sorar. Ama uzaklaşınca birden, böyle yapayalnız kalacakmış gibi hissedince, düşmanını bile dost sayar gurbet kuşu. Her kırgınlığın telafisi vardır; her dost kazığının onarımı bulunur; edilen her hakaretin dahi bir açıklaması vardır diyerek illa ki telafiye yönelir her yara alışında. Oysa ki insan tasarrufu yapmak gerekir bazen; ama iflah olmaz salak gurbet kuşu, her konuşanı insan sanarak ve sayarak tasarruftan bihaber, insan bolluğu görmek ister etrafında. Belki de can sayılan, kardeş sayılan ilkokul arkadaşları gibi sanır yenileri; belki de zamanında emanet edildiği abi/ablalardan sayar hayatına bir şekilde dahil olmak isteyenleri; belki de dost sayar düşmanını kimbilir? Ama gerçek olan şudur ki, gurbet bir yana, her konuda, her acıda, hele ki her gözyaşında, ağaçtan düşene sardırmak lazımdır yarayı, başkasına değil. Tam da bunu anlamaya yakınken, öğrenmeye çalışıyorken öyle bir ağır gelir ki gurbet, tasını tarağını toplayıp dönmeyi bile düşünür. Ama döneceği yerde aslında ağaçtan düşmeyenlerin çoğunlukta olduğunu anladıkça oturuveririr gerisin geri kıçının üstüne…

Velhasılı, ancak yoldan geçenin halden anladığı hayatının coğrafyasında, olan dağlar, denizler ve ovaları keşfetmek ömür boyu kafi gelecektir gurbet kuşuna. Dolayısıyla yenilerini keşfe çalışmaya gerek yoktur. Olanlarla yetinerek, olanlara güç vererek yeni yaralar açmamaya çalışmak kendinde, en mantıklı olandır. Bulacağı yeni yollarda kaybolacağını bilen gurbet kuşu, mazoşizmden mi, kaybolmak istediğinden mi bilinmez ama canını yakanı canı ciğeri sanmaya devam ederek stockholm sendromu sahibi oluverir farketmeden. Farkettiğinde ise çok geçtir, kurtulamayacaktır onu günden güne yara sahibi eden şerefsiz(ler)den. Ve en çok da, yarasına merhem olmak istediği yaralılar onda yara açmaya çalıştıkça canı yanacaktır. Canımsın dedikleri canına ot tıkadıkça, ciğeri sandıkları nefesini kesince ve sevdiğini/sevildiğini sandıkları sevgisiyle istop oynadıkça bunlardan kaçamadığı her ana, bunlar için harcadığı her mesaiye ve nihayetinde yüreğinde açtığı her milimetrekareye lanet ederek suçu yine gurbete atacaktır ümitsiz gurbet kuşu. Çünkü evet, uzakta olmasa böyle olmayacaktı… Uzakta olmayı kendi seçen mahkum, gönüllü gurbet kuşu artık bu askerliğin teskeresi olmadığını anladığında ise hayat ya daha da yaşanılmaz hale gelecek veya farkındalıkla birlikte deveyi güdemediği diyardan gidemeyeceğini anlayıp deveyi adam edecektir. Her halükarda yaralarını sardırmaya çalıştığı nankör daha da kanatırken yarasını, yaylalar yaylalar eşliğinde yine bir sabaha uyanacaktır gurbet kuşu, az hevesli, çok yaralı ve en çok da yalnız…

gulls

Leave a comment